Amatör bilim merakımın nedenlerinden biridir Vera Rubin. 2016 Aralık ayında
kaybettiğimiz Amerikalı bu önemli astronom, 1950’li yıllarda daha 22 yaşında ve
bir aylık bebeği kucağında katıldığı bir bilimsel konferansa sunduğu evrenin
rotasyonuyla ilgili provokatif makalesiyle, herkesin dikkatini çekecekti. O
günkü sunumu, deneyimli bilimcilerce biraz uçuk görülse de sonraki yıllarda
galaksilerin dış çeperlerindeki yıldızların hareketiyle ilgili keşfi muazzam
bir ufka kapı aralayacaktı; Evrendeki kütlesel enerjinin çok önemli bir
bölümünün bizce meçhul ‘karanlık madde’den oluştuğunun ispatına... New York
Times’ın Rubin’in taziye portresine göre, bu keşif, astronomide Kopernik
ölçeğinde bir dönüm noktasıydı. Vera Rubin’in 1978’de doğrulanan tespitleri,
1980 yılında yayınlandığında ‘karanlık madde’yi, astronominin çözemediği en
büyük soru işareti haline getirecekti.
‘Karanlık madde’ nitelemesindeki ‘karanlık’ sözcüğü, ‘aydınlık’ sözcüğünün
karşıtı olarak değil, bu madde hakkındaki bilgisizliğimizin ifadesi olarak
seçilmişti. Bizi, hayvanları, bitkileri, dünyayı, meteorları, yıldızları
oluşturan ‘atomik’ yapı taşından oluşmuyor. Bu yüzden mor ötesi ışıklarla bile
göremiyoruz, radyo dalgalarıyla dinleyemiyoruz. Sadece yıldızların,
galaksilerin rotalarına, yörüngelerine etkisi ile varlığını biliyoruz.
19’uncu yüzyıl sanayi devrimi ve 20’inci yüzyılın uzay devrimi ile bir ara
evrendeki her şeyi bilmenin kıyısına geldiğimiz yanılgısına kapılmıştık. Vera
Rubin’in gözlemleriyle şunu bir kez daha öğrendik; evrenin yüzde 90’ından
fazlası hakkında bir şey bilmiyoruz. Neredeyse evren büyüklüğünde bir cehalet
söz konusu…
Bu ‘cehalet’, hakaret olarak kullanılan veya olumsuz bir anlam yüklenen,
‘bilmediğini bilmeme’ cehaleti değil, büyük fizikçi James Clerk Maxwell’ın
tarihteki her bilimsel ilerlemenin bir numaralı motivasyonu olduğunu söylediği
‘bilinçli cehalet’ti. Yani bilmediğini bilme farkındalığı…Dahası, henüz
bilmediğimizi bilmediğimiz nice bilinmeyenin olduğunu bilmeyi…
Vera Rubin, 2000 yılında Doğal Tarih Müzesinin web sitesinde yayınlanan
röportajında, ‘’spiral bir galakside, aydınlık – karanlık madde oranı 1’e
10’dur. Bu oran, tahminimce, bizim bildiklerimizin bilmediklerimize oranı için
de iyi bir rakam. Yani, tür olarak belki kreşten mezun olduk ama daha ilkokul 3
seviyesinde bile değiliz’’ diye konuşacaktı.
Eğer bir konuyu, 'her şeyi ile biliyorum' diye düşünüyorsak, gerçekte bu, o
konuyu bilmediğimizin ifadesidir. Sadece bir konunun cahili, ben bu
konuyu çok iyi biliyorum diyebilir. Bir alanda uzmanlık, o
alandaki sınırlı bilgiyi vakıf olmanın yanı sıra, o alan hakkında ne kadar az
şey bildiğinin farkında olmak anlamına da gelir.
Richard Feymann, bir TED konuşmasında, bilimsel araştırmalar
sonunda bulduklarımızla cehaletten bilme aşamasına geçmediğimizi, daha yüksek
nitelikli yeni bir cehalete geçtiğimizi anlatırken bunu kast ediyordu.
Columbia Üniversitesi nöroloji uzmanı Stuart Firestein ise bilimsel
yöntemi, ‘karanlık bir odada olmayan bir kara bir kediyi arama’ atasözünde
anlatılan duruma benzetiyor; ‘’Birisi odadaki ışıkları yaktı mı hemen bir
sonraki karanlık odaya geçerek aramaya devam edilir’’.
‘Sapiens’ kitabı ile dikkatleri çeken İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari
de, Russ Roberts’a verdiği röportajda, Rönesans sonrası bilimsel devrimin
yaygın yanlış kanaatteki bir ‘bilgi devrimi’ olmadığını, bir ‘cehalet
devrimi’ olduğunu belirterek buna vurgu yapıyor. Ona göre insan
tarihinin en ilerici ve büyük bilimsel devrimi, insanın cahil olduğunu
keşfetmesiydi. Harari, ‘Amerika’nın keşfi’nin bile, gerçek anlamda, Avrupalıların
dünya hakkındaki cehaletlerinin keşfi olduğunu' kaydeder.
Modern bilimin temel karakteristiği, ‘bilmiyorum’ diyebilmesi ve cehaletini
kabul edebilmesidir.
2009 yılında, insan türünün evren hakkındaki cehaletini sonsuz büyüklüğe
biraz daha yakınlaştıran bu dipsiz kuyudan dehşete düşüp düşmediği merak
edildiğinde Vera Rubin, hayranlık verici bir bilim insanı sakinliğiyle şu
yanıtı verecekti:
‘’Çok az bildiğim için üzgünüm. Hepimiz çok az bildiğimiz için üzgünüm. Ama
bu bir yönüyle de keyif verici… Değil mi?’’
Varlığını tespit ettiği ‘karanlık madde’nin muazzam bilinmezliği, Rubin’i
dehşete düşürmemişti. Aksine, evreni, ağzı açık bir hayranlıkla gözlemleyerek,
anlamaya çalışmaya devam ediyordu. İnsanın bir şeyi bilmediğini bilir hale
gelmesini, öğrenme aşkını tetikleyen bir imkan, hayalin dört bir yanındaki
mumları tutuşturan bir kandil olarak görüyordu.
Rubin’in insanın bilmediğini bilerek öğrenmeye çalışmasındaki keyfe,
astronom Carl Sagan da, işaret eder. Türümüzün ufkunu genişleten insanlar, bilmediklerini
bilen ve karşı konulamaz bir merakla anlamaya, öğrenmeye çalışan insanlardı.
Claude Lévi-Strauss’u yerlilerin söylencelerini dinlemek için tropik yağmur
ormanlarının diplerine çeken, Darwin’i Galapagos adalarına götüren, Ali
Kuşçu’yu gökte belli bir alanı rasat edebilmek için aylarca kuyu diplerinde
tutan, kaşifleri kutup yollarında ölümü göze almaya zorlayan, bir şaire, bir
düşünüre yıllar süren bir inzivada sancılar çekmeyi göze aldıran şeydir öğrenme
ve anlama zevki…
Bu zevki, ancak bilmediğinin farkında olabilen bir insan yaşayabilir. Çoğu
insan bilmediğini bilmediği için öğrenme zevkinden yoksun bir yaşam sürer.
Platon’un ünlü ‘mağara benzetmesi’nde olduğu gibi… Onun alegorisine
göre insanların çoğu bir mağarada yüzleri mağara duvarına, arkaları ise mağara
kapısına yani ışık kaynağına dönük oturtulmuş esirler gibidirler. Sadece,
mağara kapısından içeri sızan ışıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi
gölgelerini görebilmekteler ve görülebilecek her şey sandıkları bu gölgelerle
eğlenerek yaşamlarını geçirmekteler. Çoğu insan için bu basitlik bir kafa
konforu sağlamakla kalmaz ama aynı zamanda yüzünü ışığa dönerek gördüğü
gerçekleri anlatanlara düşmanlığa da yöneltir.
Her bir kitap kapağı açmak, her bir arkeolojik kalıntı veya müze ziyareti,
her sanat eseri seyri, gökyüzüne her bakış, her bir öğrenme çabası, kendi
gölgesi ile yetinmeyi bırakıp, yüzünü mağara girişine dönme eylemidir. Yaşamı,
sahibi için paha biçilmez ölçüde zenginleştirir. Anlam kazandırır.
2000 yılındaki bir röportajında Vera Rubin, ‘’Bir galaksiye
gidebilseydin hangisine gitmek isterdin?’’ sorusuna düşünmeden ‘’Andromeda’’
yanıtı verecekti. Samanyolu Galaksimizin en yakın komşusu. Yıldız nüfusu,
Samanyolumuzun iki katıdan fazla. Nerdeyse 1 trilyon yıldız barındırıyor.
Andromeda, yaklaşık 2 milyar yıl kadar sonra, galaksimizin yanından geçmeye
başlayacak ve yaklaşık 3 milyar yıl sürecek bu geçiş sırasında belki muazzam
bir birleşme ve belki de görkemli bir ‘çarpışma’ gerçekleşecek.
Peki Rubin neden Andromeda’ya gitmek istemişti?
‘’Oradan Samanyolu Galaksimize bakıp nasıl göründüğümüzü görmek için’’.
Bilmediğini bilmenin güzelliklerinden biri de insanın kendini görebilmesi,
dışarıdan nasıl göründüğünün farkına varma, kendini de keşfetme çabasına
girmesidir. Bilmediğini bilenler, kendini bilen insanlardır.
Anlama çabası ve öğrenme, beyinde bilgi depolama ameliyesi değil, zihni ve
ruhu özgürleştirme çabasıdır. Bir şeyi öğrenmenin ilk şartı da bilmediğini
bilmektir. İnsan bildiğini sandığı bir şeyi asla öğrenemez. Amerikan
gazeteciliğinin 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki sıra dışı gazetecilerinden
Lincoln Steffens, ‘’Bildiğimiz, bildiğimizden emin olduğumuz şeyler bu
dünyada yanlışları devam ettiriyor ve bizi görmekten ve öğrenmekten alıkoyuyor’’
diye yakınacaktı.
Tarihçi ve felsefeci Will Durant, Uygarlığın Tarihi serisinin ‘Voltaire’in
Çağı’ bölümünde, ‘’60 yıl önce her şeyi biliyordum. Şimdi ise bir şey
bilmediğimi... Eğitim, kendi cehaletimizin farkına varmamızı sağlayan ilerici
bir keşiftir’’ diye kaydediyor 50 yıllık eğitim sürecini.
İşte bu nedenle gerçek bir eğitim politikasının en önemli hedefi yaşam boyu
öğrenme heveslisi ve her aşamada kendisinin ve cehaletinin farkında olgun
insanlar yetiştirmektir.
‘Biz bunları biliyoruz’ kafasındaki insanlarla dolu bir ülkede yaşam, ‘bildiğini okuma’nın doğal sonucu olarak lanetli tekrarlara mahkumdur. Mağara duvarında gölge oyunu ile geçer yaşamı sırayla her kuşağının…
Cemal Tunçdemir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder