CEMAL TUNÇDEMİR
17 Mayıs 2019
Nietzsche’nin bir besteci arkadaşı, mektuplaşmalarında,
düşünürün, 1882’den önce yazdıkları ile sonraki yazıları arasındaki üslup
farkına dikkat çeker ve bu radikal üslup değişikliğinin nedeni hakkında bir
tahminde bulunur. Nicholas Carr’ın, Alman iletişim uzmanı Friedrich
Kittler’den aktardığına göre, arkadaşının tespit ettiği sebebe hak verir
Nietzsche. Gözleri bozulmaya başladığı için 1882 yılında artık kağıt kalem ile
yazmayı bırakmış daktilo kullanmaya başlamıştır. Bu ‘araç’ değişikliği
düşüncelerini ifade şeklini de derinden değiştirmiştir. Arkadaşı da
Nietzsche’ye, beste yaparken kullandığı kalem ve kağıdın kalitelerinin bile
bestelerine ne kadar etki ettiğinden söz eder. Friedrich Kittler, ‘kalem’
yerine ‘makine’ ile yazmaya başladıktan sonra Nietzsche’nin üslubunun, ‘’münazaradan vecizeye, tefekkürden cinasa, belagattan telgraf
mesajı üslubuna evrildiği’’ tespitinde
bulunur.
Medya teorisinin önemli ismi Marshall McLuhan’ın, 1964
tarihli ‘Medyayı Anlamak’ kitabında kaydettiği ünlü ‘medyum (iletişim ortamı) mesajın kendisidir’ tespiti de bu etkiye dikkat çekecekti. Gerçi bu tespit,
sonradan McLuhan’ın bile alay edeceği düzeyde maksadını aşar şekilde her konuya
uyarlandı ama her medyumun (veya medyumun çoğulu olan medyanın), sadece mesajın
iletildiği pasif bir kanal olarak kalmayacağı, düşünce sürecimizi, algılarımızı
ve ifade şeklimizi şekillendirebileceği gerçeğinin de bir hatırlatıcısı
olageldi. Elbette ki medyumun düşüncemiz üzerimizdeki etkisi, iradeli, bilinçli
ve sportif bir kullanımda olumlu yönde; ve bilinçsiz, duygusal, oburca bir
kullanımda ise olumsuz yönde olacaktır…
Ben, tıpkı yaşıtlarım ve bizden evvelkiler gibi bir ‘dijital göçmen’im.
Yani, okumanın, binlerce yıl yapıldığı gibi, sadece kağıttan olduğu bir dünyada
doğup büyüdüm. İnternet evrenine sonradan göçtüm. Okuma konusunda beynimizin
işleyişi de, ‘internet yerlilerinin’ yani doğma büyüme internetlilerin beyin
işleyişinden farklı. Beynimiz yatay bir okuma şekline adapte oldu. Yani bir
sayfayı bitirdiğimizde sağdaki sayfaya geçiyoruz. Sayfadaki bir dipnota bile
çoğu zaman ya sayfayı ya da okumayı bitirdikten sonra bakıyoruz. Derinlikli,
konsantre, uzun okuma yapabilmeye imkan veren bir okuma şekli bu…
İnternet evreninde okuma ise yukarıdan aşağı kayıyor. Ve okuma
güzergahımız, tıklandığında bizi menzilimizden koparıp fırlatmaya hazır birer
mayın gibi dizilmiş, reklamlar, linkler ve görsellerle dolu. Severek okuduğumuz
uzunca bir metindeki aktif linke dayanamayıp tıkladığımızda bile dikkatimiz
yazıdan uzaklaşıyor. ‘Retweet’, ‘fav’, ‘like’ gibi bildirimlerin yoğunlaşmamızı
neredeyse imkansızlaştıran akışı da cabası…
Aslında okuma olanağı konusunda tarihin en şanslı kuşağıyız. Yüz
binlercesi ücretsiz olmak üzere hemen her kitap bir tıklama uzaklığımızda.
Derinlikli bir okuma imkanı sunan sonsuz sayıda makale, deneme de hakeza… Ama
çoğumuz okumak istediğimizde bile, internette, okumaktan çok, okunacak şeyler
bakınmakla vakit geçiriyoruz. Netflix için şahane bir hicivle üretilen, “Ne
seyretsem diye bakınmaya, gerçekten bir şeyler seyretmekten daha çok zaman
ayıracağınız platform!” şeklindeki çakma reklam sloganının vurguladığı ironiyi
yaşıyoruz.
İnternet ve sosyal medya bize sıkça ‘okuma illüzyonu’
yaşatıyor. Sırf sosyal medyada paylaşılan kısımlarına denk geldiğimiz,
hakkındaki Tweetleri gördüğümüz için veya hakkında bir kaç şey okuduğumuz için
‘okuduk’ sandığımız makaleler, kitaplar var. Hatta bir sosyal medya
araştırması, paylaşılan bir çok makalenin, paylaşan kişilerce aslında
okunmadığı tespitinde bulunacaktı. Bunu destekleyen bir başka araştırma ise,
uzun bir yazının okunan kısmı arttıkça, yazının paylaşma oranının o ölçüde
düştüğü sonucuna varacaktı. Düşüncelerimiz ve yargılarımızın dayandığı temel,
böylesi bir okuma illüzyonundan veya sosyal medyanın sığlığından ibaret hale
geldiğinde birer ‘yapmacık zeka’ya dönüşmemiz işten bile değil.
Son 10 yılda en yaygın medyum haline gelen sosyal medyanın
teknolojisi, terbiyesini kitap okumadan almış yoğunlaşma meziyetimizi hızla
köreltiyor. Bu da, özellikle de toplumların ‘okuyan-yazan’ bireylerini derin
okumalardan hızla uzaklaştıran bir etkiye dönüştü.
Nicholas Carr, sonraki yıllarda ‘Sığlık: İnternet Beynimize Ne Yapıyor?’ başlığıyla kitaplaştıracağı düşüncelerini ilk kez Atlantic
dergisinde 2008 yılında paylaştığı ‘Google
bizi ahmaklaştırıyor mu?’ yazısında, ’’Bir zamanlar, okurken, kelime denizinde bir dalgıçtım.
Şimdilerde ise okurken sadece o denizin üzerinde bir jet ski ile kayıyor
gibiyim’’ şeklinde yakınacaktı bu akışkan
yüzeysellikten.
Carr, aynı yazısında bir çok gazeteci, bilim insanı ve aydının
uzun zamandır hiç kitap okumadıkları itiraflarını art arda sıralayacaktı.
Örneğin, Michigan Üniversitesi Tıp Fakültesinden patolog Bruce Friedman, ona, ‘’İster internette ister kağıtta olsun, uzun makaleleri okuma
yeteneğimi tamamen kaybettim. İki üç paragraftan fazlası bile bana uzun
geliyor. Artık istesem de Savaş ve Barış’ı okuyamam gibime geliyor’’ diye anlatacaktı.
Mark Twain vaktiyle, klasikleri, ‘’herkesin okumuş olmayı çok istediği ama okumadığı kitaplar’’şeklinde tanımlamış. Günümüzdeki halimizi görse, genel olarak
kitapları, ‘herkesin okumuş olmayı
istediği ama okumadığı uzun paylaşımlar’
şeklinde hicvederdi belki de…
Yanlış anlaşılmasın, her geçen gün daha az okuyan bir türe
dönüşmüyoruz. Tam aksine bugün, gazetecimiz, aydınımız, akademisyenimiz,
politikacımız, öğrencimiz ve hele hele sokaktaki ortalama insan, sadece
1970’ler veya 1980’lerdeki muadillerinden değil tarihteki bütün muadillerinden
çok çok daha fazla okuyor. The Morning News’in editörü Nikkitha Bakshani’nin ‘Aşırı Okuma İlleti’
yazısında aktardığı bir araştırmaya göre ortalama bir Amerikalının gözleri bir
gün boyunca, gazete, SMS, reklam, pano, kitap, sosyal medya, TV gibi araçlardan
ortalama 100 bin yazılı kelimeye denk geliyor. Pazarlama
şirketi Likehack’in derlediği verilere göre de, ortalama bir sosyal medya
kullanıcısı günde ortalama 54 bin kelime eden içeriği okuyor. Yani, her
birimiz, bir yandan ‘kitap okumaya hiç
vakit bulamıyorum’ diye yakınırken,
farkında olmadan, her gün, bir araya getirildiğinde orta halli bir roman
oluşturacak büyüklükte içerik okuyoruz. Blogger Charles Chu, sosyal medyaya
ayırdığı zamanı kitaba ayırdığında bir yılda 200 kitap okuduğunu aktarıyor.
Elbette ki böylesi bir inziva, günümüz alışkanlıkları içinde çoğumuz için zor
veya gereksiz bir eylem ama sosyal medyaya ayırdığımız zamanı, ortalama kitap
sayısı olarak görmek de göz açıcı…
Hepimiz aşırı okuyoruz ama bu okumamız, çeşitli yönleri ve
sonuçlarıyla gerçek bir okumadan farklı bir okuma.
Sosyal medya, okuma şeklimizi radikal şekilde değiştiriyor ve
okuma şeklimizdeki bu radikal dönüşümün, düşünce tarz ve sürecimiz üzerindeki
etkisinin farkında bile değiliz.
Sosyal medya, duygusal provokasyon yüklü, aşırı, ayrıştırıcı ve
reaksiyoner paylaşımın, sakin sağduyulu, kuşatıcı, ilkeli, konunun kompleks
yapısını anlama amaçlı içeriklerden çok daha yaygın değer gördüğü bir yer.
Rasyonel bir konsensüse ulaşma ve gerçeği ortaya çıkarma arayışının yerini,
kabileci, grupçu, egoist, zaferi haklı olmaya önceleyen, her şeyi karşıt
görülenlere yıkma hevesli bir kakofoni alıyor. Sorunlara geniş açılardan
daha derin daha soğukkanlı, daha çözüm odaklı bakışın sesini duymayı
zorlaştırıyor.
Dahası, sosyal medya bizi altından kalkamayacağımız yoğunlukta
bir akışa maruz bırakıyor. Bu aşırı haber, bilgi ve yorum yüklemesi de bizi,
kestirmeden, önyargılarımızı ve her konudaki mevcut yargımızı pekiştirecek
haberlere, yorumlara ulaşmaya yöneltiyor. Sosyal medya platformlarının ‘azami
trafik, azami tıklama’ amaçlı algoritmaları da buna yardım ediyor. Bizi,
kendimizi daha konforda ve müttefik ortamda hissedeceğimiz filtre balonlarının
içine ve tekrarlara hapsediyor.
Bu yönüyle de, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Daniel
Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabında, ‘’Sistem 1’’ ve ‘’Sistem 2’’
dediği iki düşünce tarzı arasındaki farkı en iyi gözlemleyebileceğimiz
yerlerden biridir sosyal medya…
Sistem 2, ariflere, mütefekkirlere, aydınlara özgü, tarta tarta,
farklı açılardan da bakarak, bilmediği, anlamadığı, kaçırdığı noktaları
olabileceğini hesaba katıp anlamaya çalışarak ‘’yavaş’’ düşünme tarzıdır.
Gayret ve zahmet gerektiren, saman alevi gibi parlamayan, ahlaklı, mantıklı ve
tutarlı olmaya değer veren, bilinçli ve farklı açıları da görmeye hevesli bir
düşünce sürecidir. Bir yargıya varması zaman alır. 6000 bin yıl kadar önce,
sürülerimizdeki keçi sayımızı veya ambarımızdaki buğday miktarını hesaplama
çabasıyla gelişmeye başlayıp, günümüzün en kompleks ayrıntılara dikkat edebilen
insan beynine ulaşmamızı sağlayan düşünce tarzıdır. Uygarlığı doğuran şeydir.
Sistem 2’nin ideal medyumu, akademi, kitap veya uzun derinlikli
okumalardır.
Sistem 1 ise, türümüzün yüzbinlerce, milyonlarca yıllık
evriminde doğada var olabilmek için geliştirdiği ilkel düşünce biçimimizdir.
Anında kavgaya, anında vurmaya, anında uçmaya, anında kaçmaya hizmet eder.
Otomatiktir, zahmetsizdir, çok çabuk ve kestirmeden tamamlar kendini.
Önyargılara, bilinçaltı müktesebatına ve ilkel duygulara dayanarak hemen
yargıya varır. İdeal medyumu ise, iki cümlede her şeyi anlatan Tweetleri,
görsel Facebook memeleri, tek kare fotoğraf üzerine bina edilmiş
‘düşünceleriyle’ sosyal medyadır.
İnsan olarak beynimizin her iki düşünce tarzına da ihtiyacı var.
Ancak, uygar bir toplum için sistem 2 düşünce tarzının varlığı olmazsa
olmazdır. Aydınları, gazetecileri, akademisyenleri bile sadece sistem 1 düşünce
tarzına kendini mahkum etmiş toplumlarda asla uygarlık olmaz.
Derinleşme, yoğunlaşma ve nüanslardan uzaklaşmak, bizi,
istisnasız hepimizin az da olsa yaşadığı yanlış bilgilendirme etkisi
(misinformation effect) denen psikolojik etkiye de çok daha açık hale
getirir. Gerçeği perdelemek için
kasıtlı olarak yanlış bilgi vermeyi ifade
eden ‘dezenformasyon’dan farklı olarak mizenformasyon, farkında olmadan yanlış bilgilendirmedemek. Çoğu zaman, öyle olmuş olabileceğine inanmaya hazır
olduğumuz için bir bilgiyi doğrulamaya ihtiyaç duymadan paylaşmakta beis görmez
ve mizenformasyona neden oluruz. Mizenformasyon etkisi ise, önyargımızı
destekleyen yanlış bir bilgiyi, yanlış olduğunu öğrendikten sonra bile
unutmazken, fikrimizi desteklemeyen doğru bilgileri hafızamıza kaydetmemeye
neden olur. Düşünce dünyamızı, yanlış iddialarımızın ve sığlığın kölesi
yapar.
Bir kitaptan veya internetten kapsamlı, derin okumalar, bize
sakin ve basiretli bakış kazandırır. Günlük gelişmeleri bile anlık
heyecanlardan değil, nedenleri ve sonuçları ile daha geniş perspektiften
anlamamıza yardım eder. Sosyal medya kaynaklı yüzeysel okumalar ise, telaşlı,
panik, paranoyak, sansasyonel düşünce yapısının küresel bir salgına
dönüşmesinde önemli role sahiptir. Saman alevinden uygarlığın sonunu geldiğini
düşünecek bir ruh hali oluşturur. Korku ve paranoya insanları aşırılığa, sistem
1 merkezli düşünmeye yönelten güçlü motivasyonlardır. ‘Varoluşsal tehdit
altındayız’, ‘küresel güçler ülkemizi yok etmek için birleşti’, ‘varolma ya da
yok olma yol ayrımındayız’ gibi iddiaların hiç sorgulanmaması, birbirinin
kopyası komplo teorilerinin kürenin her yerinde orijinalmiş gibi kabul
görebilmesi, zihinsel ve entelektüel sığlık ister. 10 yıl önce özgürlüğün
platformu olarak selamlanan sosyal medyanın, çokça yararının yanı sıra bu
sığlığı kolayca inşa eden bir ortam olabileceği de son 10 yılda daha net
anlaşıldı.
Roman ve edebiyatın kitleselleşmesiyle empati dairesinin
genişlemesi, hukuk devleti, şeffaflık, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, ifade
özgürlüğü, bireysel inanç özgürlüğü, kültürlere ve çeşitliliğe saygı gibi
konseptlerin yükselişi arasında bir bağ olduğu gibi, son 10 yılda kürenin dört
bir yanında, bu konseptlerin ve ilkelerin aşağılanmasına paralel olarak
ırkçılık, nasyonalizm, yabancı düşmanlığı, bencillik, çıkarcılık, diktatörlük,
etik değerlerin hiçe sayılması, dincilik, hamaset, nefret ve komplo
teorilerinin yükselişinde de, okuma tarzımızdaki bu radikal değişimin de bir
etkisi var…
Okuyan beynin bilimini ve öyküsünü anlattığı Proust ve
Mürekkepbalığı kitabının yazarı nörolog profesör Maryanne Wolf,
Guardian’da yayınlanan bir makalesinde derinlikli konsantre okumanın yerini
artık ‘göz gezdirmenin’ aldığı tespitini yapıyor. Artık okumuyoruz, metinleri
hızlıca aşağı kaydırıp, dikkatimizi çekecek bir ara başlık, isim veya sözcük var
mı diye şöyle bir bakınıyoruz. Bu tür okumanın yol açtığı ‘idrak etme sabırsızlığı’
sorununa dikkat çekiyor Wolf. Aciliyetten, bizimle aynı soydan, ırktan,
inançtan, düşünceden, sosyal çevreden, yaşam tarzından, tepkisel tavırdan
olmayan başkalarının duygularını anlamaya, karmaşıklığı ve çoğulculuğu
kucaklayacak zihinsel çabaya, güzelliği algılamaya, küreyi ve evreni tanımaya
ve en önemlisi kendi düşüncelerimizi oluşturmaya hiç vaktimiz
olmuyor.
Aydın ve arif bir insan olmak, ulaşılıp kalınan sabit bir sosyal
statü veya bir unvan değil. Derinlikli okuma, anlama çabası ve karşılaştırmalı
düşünme eyleminin sağladığı bir perspektiftir. Beslenmesi durunca, perspektif
de kaybedilir. Bir dönem bize yeni açılar kazandıracak perspektife sahip bazı
insanların, yaşamlarının bir döneminde birer sığ demagoga, propaganda
papağanına dönüşebilmesi bundan.
‘Yoğunluktan’ veya ‘vakit bulamadığımız’ için hiç kitap
okuyamayan bir insana dönüşünce, sadece öğrencilik yıllarımızda veya
yaşamımızın bir bölümünde okumuş olduklarımızla yaşamımız boyunca ‘aydın’ bir
insan kalamayız. Fiziksel olarak aktif olmayı bırakıp abur cubur yemeye
başladığımızda bedenimizi zinde ve sağlıklı tutmak ne derece mümkünse, kitap
okumayı bırakıp, sosyal medyadan abur-cubur okumalarla düşünce dünyamızı
kuşatıcı, zinde, anlamaya ve tanımaya açık tutmak da o derece mümkün
olabilir.
Çoğumuzun bilgisayarları, hafif bir göz gezdirdikten sonra, ‘fırsat bulduğumda okurum’ diye
bookmark’a listelediğimiz veya kaydedip dosyaladığımız ama bir daha asla okumadığımız
şahane yazılarla dolu. Bir gün vakit ayırıp çok şahane okumalar yapacağımız
yanılgısı yaşıyoruz. Bunun yerine, ‘timeline’ımızda 24 saat durmaksızın
akıp duran ve çoğu birkaç dakika sonra çöp olacak içerikleri, veya yüz ayrı
kişiden aynı konu veya haberi tekrar be tekrar okuyabiliyoruz. Anlamlı bir
metne 20 dakika ayırmayı zaman kaybı görürken, gün içinde yüzlerce kez
‘günaydın’, yüzlerce kez ‘iyi akşamlar’, yüzlerce kez ‘hayırlı cumalar’,
yüzlerce kez ‘kandiliniz mübarek olsun’ vb şeyleri yeniden ve yeniden
okuyabiliyoruz.
Toplumsal gündemimizi tourette sendromlu vakaların tartışmasına
veya papağan atışmasına benzeten nedenlerden biri de belki de bu…
Bütün okuma faaliyetimiz, sosyal medyadaki sığ ve anlık
okumalardan ibaret hale gelmişse, günün sonunda sığlaşmamız kaçınılmaz.
Derinlikli okumayı bıraktığımızda, zihinsel yelkenlerimizi, okyanuslardan
denizlere, denizlerden göllere, oradan su birikintilerine ve nihayet kuraklığa
doğru açmış oluruz. En nihayetinde de elimizde, kurumuş bir gölden sonra karaya
oturmuş bir tekne kadar işlevsiz bir zihin yapısı kalır.
Sosyal medyadan bardakla su taşıyarak yüzdüremeyiz o
gemiyi…
‘’Neyi okuyorsan
osun’’ diyor Maryanne Wolf bir başka
röportajında ve ekliyor; ‘’ama
bundan daha önemlisi, nasıl okuyorsan osun’’.
CEMAL TUNÇDEMİR’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder