FELSEFEYE
KİMİN İHTİYACI VAR ?
West
Point Askeri Akademisi USA Mezuniyet Konuşması
6
Mart 1974
Ayn
Rand Kaynak
Çeviren:
Utku Kaynar
Kendimde
bir öykü yazarı olduğum için, isterseniz küçük bir hikaye ile başlayalım. Siz
bir astronotsunuz, uzay geminiz arızalanıyor ve bilinmeyen bir gezegene
düşüyorsunuz. Bilincinizi yeniden kazandığınızda ve kötü bir yaranızın
olmadığını anladığınızda aklınıza gelen sorular herhalde şunlar olacaktır :
Neredeyim? Bunu nasıl bilebilirim? Ne yapmalıyım?
Dışarıda
size tanıdık gelmeyen bitkiler görüyorsunuz, soluk alabildiğinize göre bu
gezegende hava var, güneş sizin hatırladığınızdan daha soluk parlıyor ve hava
daha soğuk.Gökyüzüne bakmak istiyorsunuz, ama birdenbire duruyorsunuz. Ani bir
duygu sizi çarpıyor: Eğer bakmazsanız, dünyadan çok uzakta olduğunuzu ve geri
dönüşün imkansız olduğunu bilmek zorunda kalmayacaksınız. Bunu bilmediğiniz
sürece de; dilediğinize inanmakta özgürsünüz. — Puslu, memnun ama hafiften
suçlu bir umuda kapılıyorsunuz.
Cihazlarınıza
dönüyorsunuz : zarar görmüş olabilirler, ne kadar ciddi bilmiyorsunuz. Ama ani
bir korku sizi durduruyor: Bu cihazlara nasıl güvenebilirsiniz? Onların sizi
yanıltmayacağından nasıl emin olabilirsiniz? Onların farklı bir dünyada
çalışacağını nereden bilebilirsiniz ki? Cihazlardan uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi,
neden içinizden hiçbirşey yapmak gelmediğini merak ediyorsunuz. Artık
birşeylerin bir şekilde olmasını beklemek çok daha güvende hissettiriyor,
‘böyle daha iyi’ diyorsunuz kendinize, ‘iyisi mi gemiyi fazla oynatmayayım’.
Uzakta, bazı canlıların size doğru yaklaştıklarını görüyorsunuz, insan olup
olmadıklarından emin değilsiniz ama iki ayakları üzerinde yürüyorlar. Karar
veriyorsunuz : ne yapacağınızı size onlar söyleyecek.
Sizden
bir daha haber alınmıyor.
Bunun
bir fantazi olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu astronot gibi davranmaz mıydınız?
Belki hayır. Ama bir çok insan dünya üzerinde hayatını bu şekilde yaşıyor.
Bir
çok insan günlerini bu üç sorudan kaçınarak geçirir, oysa bu üç soruya verilen
yanıtlar insanın her düşüncesinin, duygusunun ve eyleminin altında yatar, bunun
bilincinde olsun veya olmasın : Neredeyim? Bunu nasıl bilebilirim? Ne
yapmalıyım?
Bu
soruları yanıtlayabilecek kadar büyüdükleri zaman insanlar yanıtları bildiklerine
inanırlar. Neredeyim? Diyelim ki New York City. Bunu nereden biliyorum? Çünkü
bu besbelli bir gerçektir. Ne yapmalıyım? İşte burada pek emin değillerdir, ama
genellikle yanıt — başkaları ne yapıyorsa onu yapmak olur. Tek sorun bu
insanların pek canlı, pek özgüvenli ve pek mutlu olmamasıdır — ve zaman zaman
tanımsız bir suçluluk ve nedensiz bir korku hissederler ve bu ikisini de
açıklayamaz ya da onlardan kurtulamazlar.
Hiçbir
zaman, sorunun yanıtlanmayan üç sorudan kaynaklandığı gerçeğini farketmezler,
ve onları yanıtlayabilecek tek bilim dalının da farkına varmazlar : felsefe.
Felsefe
varlığın, insanın ve insanla varlık ilişkisinin doğasını inceleyen bilim
dalıdır. Özel bilimlerin tersine — onlar belirli alanlara odaklanırlar —
felsefe evrenin varolan herşeye yansıyan yönleriyle ilgilenir. Algının
düzleminde özel bilimler ağaçlardır, ancak felsefe ormanı mümkün kılan
topraktır.
Felsefe
size, örneğin Zanzibar’da mı yoksa New York’ta mı olduğunuzu söylemez (bunu
anlamanızı sağlaycak araçları verse de) ancak size şunu söyler : Doğal
kanunlarda yönetilen ve haliyle stabil, katı, mutlak — ve öngörülebilir bir
evrende mi yaşıyorsunuz, yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde, açıklanamaz
mucizelerin olduğu tahmin edilemez, bilinemez bir akış içinde, zihninizin anlayamadığı
şekilde sürükleniyor musunuz? Çevrenizde gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa bir
ilüzyon mu? Onlar herhangi bir gözlemciden bağımsız olarak mı varlar, yoksa
onları yaratan gözlemleyenin kendisi mi? Onlar insan bilincinin öznesi mi,
nesnesi mi? Onları oldukları şeyler mi, yoksa insan zihninin bir basit hareketi
ile — söz gelimi bir dilek gibi — değiştirilebilirler mi?
Eylemlerinizin
doğası — ve tutkunuz — hangi yanıt grubunu seçtiğinize göre değişecektir. Bu
yanıtlar metafiziğin alanına girerler — varlığı inceleyen bilim dalı veya
Aristo’nun sözleri ile “varlıktan doğan varlık” : Felsefenin temel dalı.
Hangi
sonuçlara ulaşırsanız ulaşın, bir sonraki kaçınılmaz soruyla da karşı karşıya
kalacaksınız : Bunu nasıl bilebilirim? İnsan yanılmaz olmadığı için neye bilgi
diyebileceğinizi ve vardığınız sonuçları nasıl ispatlayacağınızı keşfetmek
zorundasınız. İnsan bilgisi bir mantık süreci sonunda mı elde eder, yoksa bir
doğaüstü gücün ani ortaya çıkışı nedeniyle mi? Mantık insanın duyuları ile elde
edilen malzemeyi tanımlayıp bütünleyen bir özelliği midir, yoksa insanın
zihnine doğmasından önce yerleştirilmiş, gizli fikirlerden mi oluşur? Mantık
gerçekliği anlamak için yeterli midir, yoksa insan mantığa üstün başka algı
araçlarına sahip midir? İnsan kesinliğe ulaşabilir mi, yoksa ebedi şüpheye
mahkum mudur?
Öz
güveninizin derecesi ve başarınız bu yanıtlardan hangisi seçtiğinize göre
değişecektir. Bu yanıtlar epistemolojinin alanına girer, ki kendisine insanın
algı araçlarını inceleyen bilginin teorisi diyoruz.
Bu
iki alan, felsefenin teorik temellerini oluşturur. Üçüncü branş, etik,
felsefenin teknolojisi olarak adlandırılabilir. Etik varolan herşeye değil,
sadece insana uygulanabilir bir alandır ama insan hayatının her alanında
geçerlidir : karakterinde, eylemlerinde, değerlerinde, tüm varlık ile
ilişkisinde. Etik, veya ahlak, insanın seçimleri ve eylemlerinde bir rehber
olacak bir değerler bütünü tanımlar, bu seçimler ve eylemler de insan yaşamının
akışını belirler.
Tıpkı
hikayemizde ne yapacağını bilmeyen astronot gibi — çünkü o da nerede olduğunu
ve bunu nasıl bilebileceğini keşfetmeyi reddetmişti — siz de ne yapmanız
gerektiğini başa çıkmanız gereken evrenin doğasını, onu nasıl
algılayabileceğinizi ve kendi doğanızı anlamadan bilemezsiniz. Ahlaka gelmezden
önce metafizik ve epistemoloji tarafından sorulan soruları yanıtlamanız
gerekmektedir : İnsan mantıklı, gerçeklikle başa çıkabilir bir yaratık mıdır,
yoksa çaresiz kör bir gezgin, evrensel akışta sürüklenen bir yaprak mıdır? Başarı
ve mutluluk dünyada mümkün müdür, yoksa insan başarısızlık ve ızdıraba mahkum
mudur? Yanıtlara bağlı olarak, etik tarafından sorulan sorulara geçebilirsiniz:
İnsan için iyi veya kötü nedir — ve neden? İnsanın birincil endişesi mutluluk
arayışı mı, yoksa ızdıraptan kaçınmak mı olmalıdır? İnsan kendini
gerçekleştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi hayatının amacı yapmalıdır?
İnsan değerlerini mi takip etmelidir, yoksa başkalarının çıkarlarını
kendininkilerinin üzerinde mi tutmalıdır? İnsan mutluluğu mu, kendi
kendisininden fedakarlık etmeyi mi aramalıdır?
Bu
iki set yanıtın sonuçlarını size anlatmama gerek yok, onları hem içinizde hem
de etrafınızdaki her yerde görebilirsiniz.
Etik
tarafında verilen yanıtlar insanların birbirine nasıl davranacağını tanımlar,
bu da felsefenin dördüncü branşının temellerini atar: politika, düzgün işleyen
bir sosyal sistemin ilkeleri. Felsefenin işlevine bir örnek olarak, siyaset
felsefesi size kota ile ne kadar doğalgaz alabileceğinizi söylemez — size
hükümetinizin herhangi bir kota empoze etmeye hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin
beşinci ve son dalı estetiktir, sanatı inceleyen dal budur. Metafizik,
epistemoloji ve etiğe yaslanır. Sanat, insan bilincinin yakıtı olan ihtiyaçları
ile ilgilenir.
Şimdi
aralarınızdan bazıları pek çok insanın dediği gibi, “Ama ben hiçbir zaman böyle
soyut kavramlarla düşünmem, ben somut, özgün, gerçek hayat sorunlarıyla
uğraşmak istiyorum, neden felsefeye ihtiyacım olsun?” diyebilir. Yanıtım şudur:
Somut, özgün, gerçek hayat sorunlarıyla başa çıkabilmek — yani dünyada
yaşayabilmek için.
Pek
çok kimse gibi felsefenin sizi hiç etkilemediğini iddia edebilirsiniz. Sizden
bu iddianızı gözden geçirmenizi isteyeceğim. Şunları hiç düşündünüz veya
söylediniz mi? “O kadar emin olma — hiçkimse hiçbirşeyden kesin olarak emin
olamaz”. Bunu David Hume’dan (ve başka pek çoklarından) aldınız. Veya: “Bu
teoride iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Ya
da: “Bu yaptığın gerçekten çok kötü birşeydi ama sen sadece insansın, dünyada hiç
kimse mükemmel değildir.” Bunu Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için
doğru olabilir ama benim için doğru değil.” Bunu William James’ten aldınız. Ya
da: “Elimde değil. Hiçbirşey hiçkimsenin elinde değildir.” Bunu Hegel’den
aldınız. Veya: “İspatlayamam ama doğru olduğunu hissediyorum.” Bunu Kant’tan
aldınız. Veya: “Mantıklı ama mantığın gerçeklikle ilgisi yoktur.” Bunu da
Kant’tan aldınız. Ya da: “Bu kötü çünkü bu bencilce.” Bunu da Kant’tan aldınız.
Bazi aktivistlerin “Önce eyleme geç, sonra düşün” dediğini duydunuz mu? Onlar
bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı
insanlar şöyle yanıt verebilir: “Doğru, bunları farklı zamanlarda ben de
söyledim ama bunların hepsine her zaman inanmıyorum. Dün için doğru olan bugün
için doğru olmayabilir.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. Şunu diyebilirler:
“Tutarlılık küçük zihinlerin ecinnisidir.” Onlar bunu çok küçük bir zihinden,
Emerson’dan aldılar. Şunu diyebilirler: “Ama insan durumun gerekliliklerine
göre farklı filozoflardan farklı fikirler alamaz mı?” Onlar bunu Richard
Nixon’dan aldılar, o da William James’ten aldı.
Şimdi
kendinize sorun: eğer soyut fikirlerle ilgilenmiyorsanız neden (tüm insanlıkla
birlikte) onları kullanmaya mecbur hissediyorsunuz? Nedeni, soyut fikirlerin
çok sayıda somutu toplayan bütünleyiciler olmasından gelmektedir — ve soyut
fikirler olmaksızın somut, özgün ve gerçek hayat sorunlarıyla başa
çıkamazsınız. Yeni doğmuş bir bebeğin pozisyonunda, her fenomenin daha önce
deneyimlenmemiş, özgün bir durum olduğu hali yaşarsınız. Onun zihni ile sizinki
arasındaki fark, sizin zihninizin şimdiye kadar yaptığı kavramsal
bütünlemelerde yatmaktadır.
Gözlemlerinizi,
deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fikirlere, bir başka deyişle ilkelere
dönüştürmekten başka bir seçeneğiniz yoktur. Tek seçiminiz, bu ilkelerin doğru
veya yanlış olduğuna karar vermektir — bir başka deyişle onların sizin
bilinçli, mantıklı çıkarımlarınızı mı, yoksa kaynakları, doğruluğu, bağlamı ve
sonuçlarını bilmediğiniz rastgele toplanmış fikirleri mi temsil ettiğine dair
seçiminiz. O fikirler ki, eğer gerçekten tanısaydınız bir sıcak patates gibi
yere bırakırdınız.
Ancak
kabul ettiğiniz ilkeler (bilinçli veya bilinçsiz olarak) birbiriyle
çelişebilir, onlar da entegre edilmek zorundadır. Onları entegre edecek olan
nedir? Felsefe. Bir felsefi sistem, varlığa dair entegre bir bakış açısıdır.
Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olup olmadığı konusunda bir seçim
şansınız bulunmamaktadır. Tek seçiminiz, felsefenizi tanımlarken bilinçli,
mantıklı ve disiplinli bir düşünce süreciyle derin mantıksal analizleri mi
kullanacağınız, yoksa bilinçaltınızın rastgele sonuçlar, yanlış genellemeler,
tanımsız çelişkiler, sindirilmemiş sloganlar, adlandırılmamış istekler,
korkular ve şüpheler arasından, şans eseri biraraya gelmiş bir yığını seçmesine
mi izin vereceğinizdir. Bu yığın bilinçaltınız tarafından tanımsız bir
felsefeye ve tekil, katı bir ağırlığa indirgenebilir: aklınızın kanatlarının
yerinde duran, pranga şeklini almış öz-şüphe.
Diyebilirsiniz
ki, pek çok insan gibi, her zaman soyut fikirlerle düşünmek kolay değildir.
Doğru, değildir. Ancak ne olduklarını bilmeden bu soyut fikirlere göre hareket
etmek zorunda olmak ne kadar zordur, düşündünüz mü?
Bilinçaltınız
bir bilgisayar gibidir — herhangi bir insanın yapabileceğinden daha karmaşık
şekilde — işlevi fikirlerinizi bütünselleştirmektir. Bu bilgisayarı kim
programlar? Bilinçli zihniniz. Eğer ezbere gidiyorsanız, herhangi bir net fikre
ulaşamıyorsanız bilinçaltınız şans tarafından programlanıyor demektir — ve
kendinizi kabul ettiğinizi fark etmediğiniz fikirlerin kudretine teslim
ediyorsunuzdur. Her ne şekilde olursa olsun, bilgisayarınız size günlük veya
saatlik olarak çıktılar verir, bunlara duygu diyoruz. Onlar, etrafınızdaki
şeylerin sizin değerlerinize göre yıldırım hızı ile hesaplanmış özetleridir.
Eğer bilgisayarınızı bilinciniz ile programladıysanız değerlerinizin ve
duygularınızın doğasını tanırsınız. Eğer programlamadıysanız, tanıyamazsınız.
Pek
çok kimse, özellikle de günümüzde, insanların sadece mantık ile yaşamayacağını,
insanın doğasında dikkate alınması gereken duygusal bir bileşen de olduğunu öne
sürer ve insanın duygularının rehberliğinde ilerlediğini iddia eder. Benim
hikayemdeki astronot ta öyle yapmıştı. Haliyle bu konudaki şaka bunu
söyleyenler için de geçerlidir: insanın değerleri ve duyguları temel hayat
görüşü tarafından belirlenir. Bu bilinçaltının en üst programcısı felsefedir —
o bilim ki duyguculara göre kendi duygularının bulanık gizemine etkisi yoktur.
Bilgisayarın
çıktısının kalitesi girdinin kalitesi ile belirlenir. Eğer bilinçaltınız şans
eseri programlandıysa, çıktısı da buna uygun olacaktır. Bilgisayar
operatörlerinin “GIGO” terimini duymuşsunuzdur: “Garbage In — Garbage Out”.
Aynı formül insanın düşüncesi ile duyguları arasındaki ilişki için de
geçerlidir.
Duyguları
tarafından yönetilen bir insan, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayar
tarafından yönetilen bir insana benzer, programlamanın doğru veya yanlış
olduğunu bilmemektedir, onu başarıya mı, yoksa mahva mı sürükleyeceğini
bilmemektedir, kendi hedeflerine mi, yoksa bilinmez bir gücün kötü emellerine
mi hizmet ettiğini bilmemektedir. İki cephede de kördür: kendi etrafındaki
dünyaya karşı ve kendi iç dünyasına karşı, gerçekliği kavrayamaz, kendi
motivasyonlarını anlayamaz ve iki cephede de kronik bir dehşet içindedir.
Duygular algının bir aracı değildir. Felsefeyle ilgilenmeyen insanlar ona en
çok ihtiyaç duyanlardır, çünkü onun gücü karşısında en çaresiz kalanlar yine
onlardır.
Felsefeyle
ilgilenmeyen insanlar onun ilkelerini etraflarındaki kültürel atmosferden
süzerler — okullardan, üniversitelerden, kitaplardan, dergilerden, filmlerden,
televizyondan vs. Bu kültürün tonunu kim belirlemektedir? Bir avuç insan:
filozoflar.Diğerleri onları izler, ya ikna olarak ya da ezbere. Aşağı yukarı
iki yüz yıldır, Immanuel Kant’ın etkisi altında felsefenin hakim trendi tek bir
amaca yöneltilmiştir: insanın aklın ve mantığın gücüne olan güveninin yok
edilmesi. Bugün bu trendin zirvesini gözlemlemekteyiz.
İnsanlar
mantığı terkettiklerinde, sadece duygularının kendilerine yön veremeyeceğini
anlamakla kalmazlar, ama biri haricinde hiçbir duyguyu deneyimlemez hale
gelirler: dehşet. Günümüzün entellektüel perspektifleri ile büyütülen genç
insanlar arasında günümüzde yaygınlaşan madde bağımlılığı, algı araçlarından
yoksun bırakılmış, gerçekten kaçmaya çalışan insanların — varlıkla başa
çıkmaktaki yetersizliklerinden dehşete kapılan insanların — dayanılmaz iç
dünyasını yansıtmaktadır. Bu insanların bağımsızlık arayışını ve bir yerlere
ait olma konusundaki delice tutkularını gözlemleyin, kendilerini bir gruba,
klige veya çeteye dahil etme çabalarını. Bir çoğu felsefeyi hiç duymamıştır,
ama sormaya cesaret edemedikleri temel soruların yanıtlarına ihtiyaçları
olduğunu sezmektedirler — ve kabilelerinin onlara nasıl yaşayacaklarını
söyleyeceğini umarlar.Herhangi bir büyücü doktor, guru veya diktatör tarafından
teslim alınmaya hazırdırlar. Bir insanın yapabileği en tehlikeli şeylerden
biri, ahlaki özerkliğini başkalarının eline teslim etmesidir: benim hikayemdeki
astronot gibi, onların insan olup olmadığını -iki ayakları üzerinde yürüseler
bile- bilmemektedir.
Şimdi
sorabilirsiniz: Eğer felsefe bu kadar kötü olabiliyorsa neden biri onu
çalışmalıdır? Daha özel olarak, neden insan yanlış olduğu besbelli felsefi
teorileri çalışmalıdır?
Yanıtım:
Kendinizi, doğruyu, adaleti, özgürlüğü veya sahip olduğunuz veya olabileceğiniz
herhangi bir değeri korumak için.
Tüm
felsefeler kötü değildir, bir çoğu öyle olsa bile, özellikle modern tarih
döneminde. Öte yandan, insan uygarlığının her başarısında, bilim, teknoloji,
ilerleme, özgürlük -sahip olduğumuz her değerin kökünde, bu ülkenin doğuşu da
dahil olmak üzere- bir tek insanın başarılarını bulursunuz. İki bin yıl önce yaşamış
tek bir kişi: Aristo.
Eğer
bazı filozofların tümüyle akıldan yoksun teorilerini okurken sıkılyorsanız size
büyük sempati duyuyorum. Ancak onları bir kenara atar ve “mantıksız olduğunu
bildiğim halde neden onları okumam gerekli?” derseniz yanılıyorsunuz.
Mantıksızdır, evet ancak bunu bilmiyorsunuz -vardıkları sonuçların tümünü kabul
etmediğiniz ve onları çürütemediğiniz sürece.
Bu
mantıksızlık insanın varlığı ile ilgili en hayati, önemli konularla
ilgilenmektedir. Her önemli felsefi teorinin altında meşru bir konu bulunur
-insan bilincinin özgün bir ihtiyacını karşılamak üzere, bazı teoriler çözümü
bulmak için, bazıları da sorunu bulanıklaştırmak, yozlaştırmak ve insanın
keşfetmesini engellemek için çabalar. Filozofların savaşı insan aklı için bir
savaştır. Eğer teorilerini anlamıyorsanız, aralarındaki en kötülerine karşı
savunmasızsınız demektir.
Felsefeyi
çalışmanın en iyi yolu ona bir dedektif öyküsü gibi yaklaşmaktır: her ipucunu
izleyip, kimin kahraman kiminse katil olduğunu bulmaya çalışın. İndirgemede
kullacağınız soru iki tanedir: Neden? ve Nasıl? Eğer verili bir şey doğru
görünüyorsa -neden? Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa -neden? ve nasıl buraya
geldi? Tüm yanıtları birdenbire bulamayacaksınız belki, ancak çok daha önemli
bir beceri kazanacaksınız: temel düşünme yeteneği.
Hiçbirşey
insana otomatik olarak verilmez: ne bilgi, ne özgüven, ne iç barış, ne de
aklını kullanmasının doğru yolu. İhtiyacı olan veya istediği her değer
keşfedilmek, öğrenilmek ve kazanılmak durumundadır — bedeninin doğru duruşu
bile. Felsefe eğitimi de insana doğru entellektüel duruşu kazandırır — aklın
gururlu, disiplinli bir kontrolü.
(…)
Some
rights reserved
FelsefeAyn
Rand
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder