Yaşamın Amaç Ve Anlamını Arayış
Özcan KöknelHaz ve Mutluluk İnsanın İçindedir Ona Ulaşmak da Elindedir
İnsan eyleminin amacı, ereği olarak mutluluğu kabul eden görüşler, öğretiler genel olarak mutçuluk (eudaimonizm), hazcılık (hednoizm) adı altında toplanmıştır. Bu iki kavram yaşamın amacının, ereğinin, değerinin insanın iç dünyasında, ruhsal yaşantısında bulunduğunu anlatır.
«Eudemonisme» sözcüğü felsefe kavramları arasına girmeden önce Eski Yunancada tanrılar tarafından korunup sevilen insanlara ödül olarak verilen mutlu bir alınyazısı anlamında kullanılıyormuş. Bu sözcük, insanın iç dünyasıyla, ruhuyla bağlantısını, ilişkisini sürdürmüş, zamanla dinsel anlamını yitirmiştir. Ne anlamda kullanılırsa kullanılsın «mutluluk» çağrışımı yapar. Doğru, güzel, iyi, olumlu yaşamanın coşkusunu dile getirir.
Hazcılık (hedonizm) Eski Yunanca haz (hedone) sözcüğünden türetilmiştir. «Biricik iyi» anlamında kullanılmış olup, ilk kullanıldığı andan günümüze dek bu anlamını korumuştur.
Biricik iyi ya da en üstün iyi anlamında kullanılan haz, insanı insan kılan duygu, yaşamın amacı, ereği olarak görülmüş, birçok felsefe ve ruhbilim öğretilerinin temelini oluşturmuştur.
Diyalektik felsefenin babası olarak bilinen Heraklit’e (M Ö. 540480) göre doğa, evren bir yandan durmadan sürüp giden devinimden, öte yandan karşıtların çatışmasından, savaşından oluşur. İnsanların devinimi, çatışmayı görmemesi bunların belli denge, düzen, ilke, kural, uyum içeren yasalara göre olmasındandır.
Bu yasa akıldır, bilgidir (logos). Doğaya, evrene egemen olan bilginin, aklın yasasıdır. Doğanın, evrenin bu temel yasasını öğrenmek anlamak, bilmek yine aklın, bilginin işidir, görevidir.
Doğanın, evrenin yasasını anlayan, öğrenen, bilen insan bunları kendi eylemlerinde dengeyi, düzeni, uyumu sağlayacak ilke, kural, ölçü olarak kullanacaktır. Böylece yaşamın en yüksek amacı, ereği olan mutluluğa (hedone) erişecektir. Sonuç olarak, Heraklit’e göre, mutlu olmak insanın elindedir.
İnsanı Mutluluğa Ancak Akıl ve Bilgi Ulaştırabilir
Demokrit’e (M.Ö. 460370) göre bütün «varolan» nesneler bölünmeyen, parçalanmayan, değişmeyen, hareket halinde olan, yok olmayan, «atom» adı verilen parçalardan oluşur.
Varolmanın dışında, «varolmayan», başka bir deyişle, «boşluk», uzay bulunur. Atomlar boşlukta hareket eder. Bütün nesnelerde, bedende ve ruhda hareket halinde atomlar vardır.
Atomlarda renk, ses, sıcaklık, soğukluk gibi nitelikler yoktur. İnsanın duyu organları atomları algılayamaz. Ancak düşüncesiyle atomlara ilişkin varlıkların farkına varır. Bu nedenle duyularla gerçeğe, bilgiye erişilemez. Ancak akıl, düşünce, mantık insanı gerçeğe bilgiye eriştirir.
Demokrit bu nedenle erdemi ve mutluluğu iç dünyada, akılda, düşüncede, mantıkta aramayı önermiştir. Akıl duygulardan, duygulanımdan bağımsız, boş inançlardan, korkulardan, saplantı ve takıntılardan arınmış, gerçekçi, özgür biçimde davranmayı, eylemde bulunmayı sağlar. Akıl hazla acı arasında seçim yapar, insanı mutluluğa eriştirir.
Denge, düzen, ölçü, uyum insanın ruh sağlığını sürdürmesinde temel etkenlerdir. İnsanı mutluluğa götüren ana yoldur, insan, amaçlarında, beklentilerinde, tutkularında, kendisine haz veren yaşantılarında ölçülü olmalıdır. Doğruyu, güzeli, iyiyi, olumluyu, yararlıyı; hatalı, çirkin, kötü, olumsuz, zararlı olandan ayırmasını bilmelidir. Bu ayrımı ancak aklıyla yapabilir insan.
Aristippos’a (M.Ö. 435355) göre, bütün davranışların amacı, ereği mutlu olmak isteğidir. Yaşamanın amacı, ereği hazdır. Haz insanı insan yapan duygu durumudur. En üstün doğru, güzel, iyi, hazdır. Bilgilerimiz, duygularımızla olabildiğimiz kadardır. Bundan ileriye, öteye geçmek olanaksızdır.
Mutluluğa ancak akılla, çalışılıp çabalayarak ulaşılır. Mutlu olmak sanatı, insanın kendi elinde olanlardan yararlanmasını ve bunlarla yetinmesini bilmektir. Tanrılar doğada ve insanda doğru, güzel, iyi olanı sunarlar. İnsan aklını kullanırsa bunlardan yararlanır. Kullanamazsa hatalı, çirkin kötü bir yaşam sürer. Hataların, yanılgıların nedeni akılsızlık ve bilgisizliktir.
Mutluluğa Erişmenin Tek Yolu Erdemdir
M.Ö. 5. yüzyılın ortalarına kadar Yunan felsefesinin odak noktasında «doğa» yer almışken, sofistlerle birlikte Yunan felsefesinin ilgisi «insan»a yönelmiştir. Özellikle «erdemli insan» tartışma konularının başında gelir.
Beşinci yüzyılın ortalarında Atina’da ortaya çıkan ekonomik, politik, toplumsal değişme; demokratik düzenin gerektirdiği yaşam biçimine uygun insanın yetiştirilmesi çabaları yeni felsefe akımları doğurmuştu. Demokrasiye ve değişen toplum değerlerine uyumu amaçlayan «başarılı yurttaş yetiştirme» sorunu felsefe tartışmalarının başında yer alıyordu.
Sofistler bu sorunu çözmeye çalışmış, başarılı yurttaş yetiştirme denemelerine girişmiş, bu amaçla ilkeler, kurallar getirmişlerdir. Bedensel, ruhsal, toplumsal nitelikli bütün erdem öğeleri, örneğin sağlıklı bir beden, sağlam karakter, başkalarına yardım, erdem kavramı içinde ilk sıralarda bulunmaktaydı.
Sokrat (M.Ö. 470399) bilginin ortak çabayla, çalışmayla erişilecek bir amaç olduğunu; insanın doğruya, güzele, iyiye, olumluya ancak herkes için geçerli, yararlı bilgiyle ulaşabileceği savını ileri sürdü. Böylece sezginin karşısına bilgiyi koyuyordu. Bu savdan hareket ederek ahlak görüşünü geliştirdi, erdemle bilginin bir olduğunu, tüm erdemlerin bilgiden kaynaklandığı görüşünü ileri sürdü. Sokrat’a göre ahlakta üstünlük ve bütün erdemler bilgiye bağlıdır.
Platon (M.Ö. 426348), Sokrat’ın erdem üzerindeki araştırmaları ve görüşlerinden yola çıkarak bütün Yunan ahlak felsefesinin temeli olan, «en yüksek iyi, mutluluk» düzeyine erişmek için üç öğe ileri sürdü.
İnsanın ahlak alanında yaptığı bütün davranışların, eylemlerin amacı, ereği en yüksek iyiye, mutluluğa ulaşmaktır.
Tek kişide gerçekleşen, ortaya çıkan en yüksek iyi, mutluluk, erdemdir.
Topluluk yaşamında gerçekleşen en yüksek iyi, mutluluk, erdem devleti oluşturur.
Platon’a göre bütün insanlar, sürekli olarak en yüksek iyiye ulaşmaya ve bunu elinde tutmaya çalışır. Bilginin amacı bunu sağlamaktır. Bunu sağlayamayan bilginin değeri yoktur.
Bütün insanların doğal olarak kendiliklerinden doğruyu, güzeli, iyiyi aradıkları ilkesi, Platon’un ahlak kuramının temelini oluşturur.
Mutluluğa erişmenin tek yolu erdemdir. Her insan kendi erdemini yaratır. Her insanın kendi kişiliğine uyan amaçları, beklentileri vardır. Bunlara erişirse mutlu olur, iyi yaşar. Erişemezse mutsuz olur, kötü yaşar. Erdemli insan özgür yaşamanın yolunu, yöntemini arayıp bulur Tutkularının peşinden giden insan köle, tutsak gibi kaygı, korku, tedirginlik duygularıyla yaşamını sürdürür.
Aristo (M.Ö. 384322) çağının akıllı, zeki, engin bilgisi, kültürü olan, yaratıcı, üretici düşünürüdür. Günümüze kadar uzanan yapıtlarıyla dün ya görüşünün, düşüncelerinin, felsefesinin etkisi yüzyıllar boyu bilim ve düşünce akımlarını etkileyegelmiştir.
Aristo’ya göre akıl ve zeka öğrenmeyi ve duyguları, coşkuları, düşünce, mantık sınırları içinde denetlemeyi sağlar.
Aristo da insan davranışlarının amacının mutluluğa erişmek olduğunu kabul etmiş; bunun sadece ihsana özgü olan akıl, düşünce ve mantıkla olabileceğini ileri sürmüştür.
Böylece ahlak ve mutluluk anlayışına aklı getirmiş, aklın ahlak alanındaki işleyişine bilgi öğelerini, korunma, sakınma ve zekayı katmıştır. Akıl, eliaçıklık, ölçülü davranma, yüreklilik gibi dengeli, düzenli erdemleri gerçekleştirir.
Toplumsal düzeyde devlet, herkese payına düşen mutluluğu sağlayarak, denge ve düzeni kurarak erdeme ulaşır. Bu erdemi sağlayan adalet ve hukuktur.
Aristo’ya göre mutluluk dengeli, düzenli, olumlu bir yaşam süren İnsanlarda bulunan ruhsal durumun erişeceği erdemdir.
Mutlu olan insan yaşamdan haz duyar. Haz duymak, mutlu olmak İçin çaba göstermek gereklidir. Özü akıl olan insan, en erişkin, olgun durumuna bilgi düzeyinde ulaştığından kavramsal, kuramsal aklın gelişmesi ve zenginleşmesiyle mutluluğa erişir.
Mutluluk Acının Yokluğudur
Epikür (M.Ö. 341270), Demokrit’in atom kuramının etkisi altında, sürekli hareket halinde olan, birarada bulunduklarında nesnelerin biçimini veren atomların doğanın temeli olduğunu kabul etmiştir. Bu düşünce »ilerinde ahlak öğretisini kurmuş, insanı mutluluğa ulaştırmanın felsefenin amacı, ereği olduğu görüşünü savunmuştur.
Epikür’ün ahlak öğretisinde insanın mutluluğu ön planda yer alır, insanın tüm çabası kendisi için doğal ve gerekli olan bu mutluluğu elde ilmeye yönelmiştir. İnsanın*yaşamının amacı mutluluktur. Acı ve huzursuziuk, tedirginlik duymamaktır. Acıdan kurtulmanın yolu tutkuları önlemektir.
Mutluluk, acının yokluğudur, insanlar acının yokluğunu «ruhsal durgunluk» adını alan bir duygu durumunda bulabilirler. Bu duygu durumuna dinginlik (ataraksia) adı verilir; insanın kendisi ve başkalarıyla barış içinde olduğu durumdur.
Epikür’ün haz, mutluluk temeline dayanan ve hazzı arama anlamına gelen (hedonizm) öğretisinin Epikür bahçesindeki yaşantıdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Burada arkadaşlık, dostluk, dinginlik, mutluluk, güven, neşe, sevinç, umut gibi haz doğrultusunda bütün duygular bulunur ve paylaşılırmış. Bu bahçe bir mutluluk adası gibi algılanır, oraya gelenler bütün endişelerinden, kaygılarından, korkularından arınırlarmış. Mutluluğun toplumsal amacı olarak arkadaşlık, dostluk, kardeşlik görülürmüş.
İnsanı mutlu kılan akla uygun, basit alışkanlıklardır.
Buna göre, mutluluk ve zevk, bedensel ve ruhsal hastalığın, acının bulunmadığı durumdur. İnsanın bedeni acısız, ruhu dinginse o insan mutludur. Alabildiğine içip yemek, aşırı cinsel yaşam insanı mutlu kılmaz.
Epikür, Yunan felsefesinin kendisinden önceortaya çıkan Kyrene Okulunun hedonizm öğretisini canlandırmıştır.
Epikür’e göre mutlak değer doğru, güzel, iyi, «haz»dır. Biricik kötü acıdır. Bütün canlı varlıklar varoluşlarının ilk anından başlayarak hazzı ararlar, acıdan kaçarlar. Haz doğal bir değerdir. Bu nedenle insan alınyazısını kendisi çizebilir. İrade özgürlüğü içinde kendi alınyazısını kendisi belirleyebilir.
Haz ve acının çeşitleri, türleri vardır. İçinde bulunulan duruma göre, doğru, güzel, iyi, olumlu; hatalı, çirkin, kötü, olumsuz olarak kabul edilebilir. Ya da bunun aksi olur. Büyük acılara yol açan hazdan vazgeçmesini bilmeli; öte yandan da gelecekte haz verecek acılara katlanabilmelidir.
Doğaya Uygun Yaşayan Mutlu Olur
Epikür’e göre mutluluğun temeli ruhun dinginliğinde ya da denge ve düzenin sarsılmadan sürmesindedir (ataraksia, sarsılmazlık). Olumlu haz, insanı doyuma ulaşmamış, yerine getirilmemiş gereksinimlerin acısından kurtardığı ölçüde gerçek hazza, mutluluğa ulaşılır. Epikür'e göre, en yüksek amaç olan haz bedeni acıdan, ruhu huzursuzluktan kurtaran hazdır. Bu nedenle doğaya uygun yaşayan insan mutlu olur.
Erdem mutluluktan, mutluluk erdemden ayrılmaz. Erdem insanı huzursuzluktan kurtarır, hazzı sağlar.
Eski Yunanın en önemli felsefe öğretisi olan Stoa Okulunun kurucusu Zenon’dur (M.Ö. 336-264). Çiçeron (M.Ö. 106-43), Seneca (M.Ö. 3M.S. 65), Epictetos (M.S. 501-30), Aurelius (M.S. 121-180) ünlü stoacılardandır.
Bu öğretinin temel ilkesi doğaya uygun davranmaktır. Doğaya uygun davranmak/insanın aklına, mantığına uygun davranması demektir.
Antik Çağdan sonra ortaya çıkan dinlerde, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta mutçuluk ve hazcılık öteki dünyaya inançla sürmüştür.
Ortaçağda dinsel inançların getirdiği bağlantılar, ilişkiler dışında insanın mutluluğuna, hazzına yönelik ahlak ve etik düşünceler, felsefeler gelişmemiş; ahlak, din açısından ele alınmış, dinden bağımsız ahlak, ilke ve kuralları geçerli olmamıştır.
İnsan Aklı Özgürleşirken...
14. yüzyılın, başka deyişle Ortaçağın sonlarında Avrupa’da düşünce alanında başlayan ve «Aydınlanma» adını alan akım insanın gelişmesi, mutlu yaşaması ve yücelmesi için gerekli olan ortamı sağlamaya yöneldi.
Böylece Avrupa’da dine dayanan Ortaçağ düzeni giderek çözülmeye, duygu, düşünce ve değerler geleneklere bağlı olmaktan kurtulmaya, insanın ve toplumun yaşamında akıl, deney ve gözlem ön planda yer almaya başladı.
Aydınlanma dönemi, Ortaçağ boyunca etkisi kaybolan Antik Çağa ilişkin öğelerin canlanmasına yol açtı; Rönesans’la birlikte yeni bir çağ doğdu.
Yeniçağ, Antik Çağda olduğu gibi, insanın mutluluğuna, bağımsızlığına, özgürlüğüne ön planda değer ve yer vererek, her durum, olay, olgu ve sorun karşısında akılcı yaklaşıma öncelik tanıdı. Aklın öncelik kazanması, artniyet ve önyargıdan arınmış, deney, gözlem ve bilgiye dayanan bilimsel, eleştirici düşünceyi yarattı.
Bilimsel, eleştirici akıl ve düşüncenin kullanılması insana, kendisini, içinde yaşadığı doğal ve toplumsal ortamı gözlemek, ölçmek, değişik öğeleri birbirine bağlamak; ilkeler, kurallar, ölçütler, yasalar, sistemler kurmak, koymak olanağını sağladı.
Böylece dinsel inançlar içinde gizemli, mistik mutluluk arayışı yanında ve bunun yerine akılla, bilimle mutluluk arayışı çağı başladı.
Başka bir deyişle, Rönesans insanın mutluluğuna değer verdi, mutluluğa ancak akılla ulaşılacağını kabul etti.
Bilim, sanat, kültür, ekonomi, politika, teknoloji insanın, insanlığın mutluluğunu amaç olarak benimsedikçe gelişti ve geçerlik kazandı.
Mutluluğa akılla erişme düşüncesi insanın sürekli arayış içinde, yaratıcı ve üretici olmasını sağladı.
Böylece, Ortaçağda dinsel baskılar ve etkiler altında dinsel konulara yönelmiş olan insan aklı ve düşüncesi kendini, çevresini, dünyayı, evreni anlamaya, tanımaya, öğrenmeye yöneldi; insanın bedensel, ruhsal, toplumsal sorunlarına çözüm arayarak mutluluğunu sağlamaya çalıştı.
Dinsel düşünceyi sarsan, özgür düşünceyi getiren, ilk ünlü isimlerden biri, Fransa’da 16. yüzyılda yaşayan Michel de Montaigne’dir (1533-1592).
Düşüncelerini Denemeler adı altına toplayan Montaigne, dinden kaynaklanan alışkanlıkların, saplantıların, takıntıların, yanılgıların insanın özgür düşüncesini ve mutluluğunu engellediğini ileri sürüyordu.
Montaigne eski Yunanda etkili ve geçerli olan Stoa ve Epikür’ün felsefelerini birleştirip bütünleştirdi. İnsanı hazza yönelten doğal içgüdülerin dengeli, düzenli denetimi sağlanmadan, ahlaklı, erdemli yaşamanın olanakdışı olduğunu belirtiyordu.
Bireyin Kendi İyiliği mi, Toplumun İyiliği mi Önce Gelir?
Francis Bacon (1561-1626), İngiltere’de dinsel inançlardan, ilke ve kurallardan bağımsız olarak ahlak felsefesini kurdu. Dinin tek yol olarak gösterdiği inançlar olmadan da insanı mutluluğa götüren yolların, yöntemlerin bulunduğunu gösterdi.
Dinle felsefeyi birbirinden kesin sınırla ayıran Bacon, bu dünyada insanın mutluluğa ve en yüksek iyiye felsefeyle, öteki dünyada dinle ulaşacağını söylüyordu. Böylece, bu dünyada dinsel ilke ve kurallar olmadan da insanın bilgiyle ahlaklı olabileceği düşüncesini savunmaktaydı. Bacon ahlak alanındaki bütün ilkelere, kurallara ve uygulamalara akıl yoluyla ulaşmayı önermiş; ahlakın kaynağı olarak da doğa yasasını kabul etmiştir.
İyilik ve mutluluk Bacon’a göre yararlı kavramıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Ahlakın ilke ve kurallarının değeri, geçerliliği, bireyin, toplumun iyiliği, mutluluğu doğrultusunda oldukça sözkonusudur. Toplumun iyiliği ve mutluluğu bireyden önce gelir, bireyi etkiler. Bacon’a göre erdemli insan topluma iyilik yapar, mutluluk verir.
Thomas Hobbes (1588-1679) insanın ruhsal çözümlemesini yaparak doğruyu, güzeli, iyiyi, olumluyu, olması gerekeni ruhsal yapının içine aldı. İnsanlarda devlet, toplum idealinin bulunmasının gerekli olduğunu düşünüyordu.
Hobbes’e göre, insan doğal olarak bencil davranır. Bu nedenle davranışların temelinde kendini koruma ve savaşma içgüdüsü yer alır.
Kendi iyiliğini ve mutluluğunu amaçlayan insan başkalarıyla çatışma içine düşer, insan kendini korumak ve sevmek için başkalarıyla bağlantı kurmak zorundadır. Bu bağlantının akıl ve mantık yoluyla kurulması bireyi ve toplumu iyiye ulaştırır. Mutlu kılar.
Akılcı (rasyonalist) düşünce akımı Hobbes’den sonra John Locke (16321704), David Hume (17111776), Jeremia Benthom (17481832), John Stuart Mili (18061873) ile Kant’a ulaşılmıştır.
Felsefesini doğa ve töreler üzerine kuran Emmanuel Kant (17241804), ahlak sorunlarını çözümünde temel ilke olarak akıl kavramlarını kullanmış, bu kavramlardan deneylere ve uygulamaya inmiştir.
Kant’a göre, ortak ahlak kavramlarını, ahlakın temelini insanların düşüncesi, mantığı ve yargıları oluşturur. Ahlakın oluşma ve uygulama süreci içinde, doğru, güzel, iyi; iradenin belirli bir göreve, ödeve yönelik olarak kullanılması, bu kullanım sırasında temel ahlak ilkelerine, kurallarına, yasalarına uyulması; özgür düşünce biçimi; böylece yaratıcı, üretici davranış biçimi ve tutumu. Bunlar ahlakın yapı taşlarıdır.
Kant’ın öğretisi daha sonraki yıllarda gelişip yayılarak günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.
İnsan Kendi Seçimiyle Yarattığı Dünyadan Sorumludur
Soren Kierkegard (18131855) kaygı, korku anlamına gelen «angst» kavramı üzerinde durarak bu kavramın antropolojik kaynağını araştırmıştır. Kaygının suç ve günah sonucu oluşan doğal ve temel bir duygu durumu olduğunu; özgürlük ve suçluluk duygusunun çatışması sonucu şiddetinin arttığını; insanda anlamsızlık, bilinçsizlik, hiçlik, önemsizlik, yokluk korkuları yarattığını belirtmiştir.
Bu görüşler, 20 yüzyıl insanının sanayileşme ve teknolojik gelişme karşısında içine düştüğü mutsuzluğu araştıran, mutluluk yolları yöntemleri bulmaya çalışan çağdaş düşünürlerin, felsefecilerin, ruhbilimcilerin çıkış noktası olmuştur. Bunların başında Jean Paul Sartre gelir.
1964’de Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Sartre (19051980) bu ödülü almamış, hayatının sonuna kadar denemeleri, öyküleri, romanları, tiyatro oyunlarıyla varoluşçu öğretiyi kişilere, nesnelere, olaylara, olgulara bağlayarak somut biçimde anlatmaya çalışmıştır.
Sartre varoluşçu öğretiyle daha önceki felsefe öğretilerinin açıklayamadığı «kendisinde varlık» ile «kendisi için varlık» arasındaki bağlantıyı açıklamaya çalışmıştır. Bu açıklamaya göre, insanın kendisi için varlığı, kendisinde varlığı içinde bir arayıştır. Bu arayış bütüne, doğruya, güzele, iyiye, olumluya, üstüne ulaşmak amacına yöneliktir. Ancak bu çaba, kendisi için varlığın, kendisinde varlık içinde kaybolup gitmesi olduğundan amacına ulaşamaz.
Amaca ulaşılırsa, kendisi için varlık kavramının, kendisinde varlık kavramı içinde yok olup gitmesi ve buna bağlı bilincin kaybolması korkusu, bütün davranışları başarısızlıkla sonlandırır. Bu çatışma ve başarısızlık sürekli endişe ve kaygı yaratır.
Sartre’a göre insanın amacı, «kendisi için varlık» olabilmek; olayların, olguların gerçeğini kırıp bunları hiçe indirmektir. Bunu başarabilmek için de bilinci özgür kılmalıdır. Doğada, dünyada, evrende bulunan nesnelerin, oluşan olayların, olguların insan tarafından alınıp kendisi için varlık durumuna getirilmesi, özgür bilincin seçimine bağlıdır. Başka bir deyişle, insanın kendisi için varlık olması bilincin özgür seçiminin sonucudur. Bu durumda insanın içinde yaşadığı dünya, kendi tasarladığı dünyadır. Kendi seçimiyle yarattığı dünyadan sorumludur insan.
Albert Camus (19131960) yapıtlarında varoluşçu öğretinin öncülüğünü yapmış, insanın alınyazısını, kaderini yönlendiren, yöneten anlamsızlık üzerinde durmuştur. Camus’ya göre, insan bu anlamsızlık içinde aklından, mantığından, zekasından destek ve yardım görmeden gerçekdışı bir dünyada yaşar ve ölür.
Camus savaş yıllarında, savaş koşulları altında tomurcuklanan varoluşçu görüşünü savaştan sonra insanın bütün yaşamını ve sorunlarını kapsayacak biçimde geliştirmiştir.
Varoluşçu öğretinin gelişmesinde bir süre J.P. Sartre’la aynı görüş ve yaklaşımı paylaşan Camus, daha sonra görüşlerini geliştirmeye başlamıştır. İnsanın elinde tutmak zorunda olduğu yüksek ahlak ve ruhsal değerleri içeren amaçlarını koruyup kollamak için, karşılaştığı engellere, koşullara başkaldırmasının gerekli olduğunu; bu gereksinimin anlamsız yaşama biçim ve renk vereceğini anlatmaya çalışmıştır.
Güven Uğruna Bireysellikten Ödün Verme Öfke ve Başkaldırı Yaratır
Freud’un ölümünden sonra ortaya çıkan «Yeni Freudçu» akımın öncülerinden biri olan Erich Fromm (1900-1980) kültür antropolojisi ile psikoloji, psikanaliz ve psikiyatri arasında köprü kurmuştur. Çağdaş psikolojinin ve sosyolojinin temel sorunlarından biri olan kişilik ve kültür alanlarında yeni görüşler ileri sürmüştür.
Fromm’a göre, bebek hayvanlarda ve insanlarda ortak olan içgüdülere bağlı davranış kalıplarıyla dünyaya gelir. Ancak anne ve babasının koruması olmadan bu davranış kalıplarıyla yaşamını sürdüremez. Dış dünyanın tehlikeleriyle karşı karşıya olmanın kaygısını ve korkusunu yaşar. Güçsüzlük, güvensizlikten, bağımlılıktan kaynaklanan bu kaygı çocuğun gelişmesinin temelinde yatan güç kaynağını oluşturur. İnsanın bireyselleşme çabaları ortaya çıkar. Oysa bireyleşmeye doğru atılan her adım insanın karşısına yeni yeni bağımlılık, güçsüzlük, güvensizlik sorunları çıkarır. Daha önce koparılmış olan bu bir daha onarılması olanaksız bağlantıların yerine yenilerinin konması zorunlu duruma gelir. Bu yerine koyma işlemi insanın içinde yaşadığı toplumun kültür yapısı çerçevesinde gerçekleşir.
Fromm, insanın ruhsal yapısının gelişip olgunlaşmasını ve insan davranışlarını toplumsal sürecin ürünü olarak kabul etmiş, öğretisinin çıkış noktasını bu temelin üzerine oturtmuş, insanın temel kaygısının içinde yaşadığı kültürden kaynaklandığını vurgulamıştır. Çocuk büyüdükçe, çocuğun benliği geliştikçe, özgür ve özerk davranma eğilimleri artar. Buna karşılık giderek toplumdan uzaklaşır, topluma yabancılaşır.
Toplum içinde yalnızlığa itilir. Bu durum çocukta kaygı ve çaresizlik duygularına yol açar. Böylece benliğin gelişmesi ve bireyleşme insanı toplumdan uzaklaştırır, yalnızlaştırır, yabancılaştırır. Onu dünyanın türlü tehlikeleriyle karşı karşıya tek başına bırakır. Kaygıyı artıran bu durum insanın bireyselliğinden ödün vermesine, kendini dış dünyayla birleştirip bütünleştirmesine yol açar.
Ne var ki, dış dünyayla kurulan yeni bağlar daha önce koparılmış olan bağlarla aynı olmaz. Belirli bir yetkeye ya da örüntülerine boyun eğmek zorunda kalır insan. Boyun eğen kişi bilinçli olarak güven duyar. Ancak bilinçdışı kendi bütünlüğünden, kişiliğinden vazgeçmiş olmanın yarattığı çatışma ve güvensizliği yaşar. Bağımlı olduğu kişilere, yetkeye, örüntülere karşı başkaldırmak ister. Düşmanlık duyguları besler.
Bu karmaşanın yarattığı kaygı içinde çırpınır. Fromm’a göre, insanın bireyleşmesini engellemeden dış dünyayla birleştirip bütünleştiren, doğal olana benzeyen en etkili ve sağlıklı yol, kişiliğin gücünden, bütünlüğünden kaynaklanan sevgi ve yaratıcılıktır.
İnsanın kendini sevmesi özseverlikten farklı bir anlam taşır. Başkalarına duyulan sevgiden soyutlanamaz. Kendini seven insan sevmeyi bilir, başkalarını da sever.
Yaşamın, Bizim Ona Verdiğimizden Başka Anlamı Yoktur
İnsandaki temel kaygı beş temel gereksinimle ortaya çıkar: İlişki, aşkınlık, kimlik, köklülük, ait olma.
İlişki gereksinimi insan-doğa çelişkisinden, insan olmak uğruna doğayla sürdürülen savaştan kaynaklanır. Hayvanların doğayla olan içgüdüsel bağları insanda yoktur. İnsan doğayla olan bağlantısını, yakın ilişkisini yitirmiştir. Bu bağların, ilişkilerin yerine, düşünme ve imgeleme gücüyle yenilerini kurmak zorundadır. Bunları sevgiyle kurar.
Aşkınlık dürtüsü insanın doğayı yenme, hayvandan farklı olma, bir yaratık olarak kalmayıp yaratıcı ve üretici olmak gereksiniminden kaynaklanır.
İnsan içinde yaşadığı ailenin, çevrenin, toplumun, dünyanın bir parçası olmak, bir yere ait olmak, bağlı olmak ister. Öte yandan başkalarından farklı olmak bireyselleşmek çabası içindedir. Bu amaca kendi çabasıyla ulaşamazsa, başka insanlar ya da gruplarla özdeşleşerek kendine sınırlı bir farklılık sağlayabilir. Böylece kimlik duygusuna doyum bulur.
Yalnızlık, hiçlik duyguları insanın temel sorunudur, insan kendisinin dünya ve evren içindeki durumunu farkettiğinde önemsizliğini, yalnızlığını, hiçliğini anlar. İnsanın güçlerini harekete geçiren temel etken onun içinde bulunduğu belirsizlik durumudur. Gerçekle yüzleşebilen gerçeği anlayan insan kendi başına yaşamın anlamı olmadığını anlar. Kendinde varolan güçleri harekete geçirerek yaşamına anlam verebileceğini görür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder