Prof. Dr. Ali
Osman Gündoğan 29 Ocak 2018
Dil, bir düşünme biçiminin dışa vurulduğu, o düşünme biçiminin
somutlaştırıldığı, başka özneler için bir düşünme konusu haline getirildiği
kültürel kalıptır. Bu bakımdan dil, bir düşünceyi ses ve yazıyla ifade eden bir
form olduğu gibi, aynı zamanda mimikler, jestler, bazı davranış şekilleri de,
bir düşüncenin ifadesi olduklarından dolayı, değişik bir tarzda dil olarak
adlandırılabilirler. Ancak burada söz konusu olan dil, kavramsal düzeyde bir
düşünmenin kavramlarla ifadesi olan dildir.
Dil, mademki bir düşünme biçiminin ifadesidir ve her düşünce de bir şeyin
düşüncesi ya da bir şeyin düşünülmesi olduğu için, dil hakkındaki her çalışma,
bilhassa düşüncenin gerçekleştiği bir ontolojik zemini de dikkate almak zorundadır.
Çünkü dil ile düşünce arasında uygunluk olduğu biçimindeki bir anlayış, ilk
olarak Platon tarafından savunulmuş, günümüzde de bazı filozoflar tarafından
yeniden gündeme getirilmiştir. Her düşünme de, muhakkak surette bir şeyin
düşünülmesi olduğu için, varlık ile düşünme arasında, daha açıkçası, varlık ile
doğru düşünme arasında bir ilişkinin olduğu da ilk olarak Parmanides tarafından
savunulmuştur.
Parmanides’e göre “Varlık vardır, yokluk yoktur.” Düşünmek, bir şeyi
düşünmek olduğuna göre, ancak var olan düşünülebilir ve var olmayan
düşünülemez. Düşünülen var olan ya da var olması mümkün olan bir şeydir. Var
olması mümkün olmayanı, var olmayanı var olarak nitelemek, zihnin çelişkiye
düşmesi anlamına gelir. Çünkü böyle bir durumda ortaya çıkan çelişki, yanlış
düşündüğümün; var olmayanı, var olması mümkün olmayanı düşündüğümün bir
ifadesidir. Parmanides ’in bu düşüncesini şöyle bir örnekle açıklamak
mümkündür; “Şu anda karşımda bir duvar bulunmaktadır” biçimindeki önermede, bir
şey hakkında bir yargıda bulunulmuştur. Bu yargı, zihinde ben ve duvar arasında
ilişki kurulduğunu bildirmektedir. Eğer bu yargı doğruysa, bu yargının temsil
ettiği düşünce de doğru ya da doğru olması muhtemel bir düşünce olacaktır.
Hakkında konuşulan şey varsa bu yargı doğru, hakkında konuşulan şey yoksa ya da
onun varolması bile mümkün değilse yanlıştır. Bu örnekte, karşımda bir duvar
bulunduğu söylenmektedir ve hakkında konuşulan ben – duvar ve ikisi arasındaki
ilişki mevcut olduğu için bu yargı ve yargının ifadesi olan düşünce de doğru
demektir. Şayet, şu anda karşımda bir duvar bulunmasaydı durum ne olacaktı?
Sorun, duvarın şu anda karşımda bulunup bulunmamasından ziyade, duvarın
karşımda bulunup bulunmamasının mümkün olup olmadığıdır. Çelişkili yani yanlış
düşünmeye ilişkin olarak da şöyle bir örnek verilebilir. “ Ayağımın altındaki
halı uçmaktadır.” Bir düşüncenin ifadesi olan bu önermedeki yargı da yine bir
şey üzerinedir. Ama yargı, yanlıştır. Çünkü ayağımın altındaki halı ve halının
uçması hiçbir zaman birada bulunamazlar. Böyle bir ilişkinin var olması bile
mümkün değildir. Burada, iki şey arasında varolmayan bir ilişki tasavvur
edilmiştir. Varolmayan bir şeyin tasavvur edilmesi ise apaçık bir çelişkidir.
Bu örnekler bize düşüncenin sınırının varolanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü
düşünme fiili esnasında bir yönelim söz konusudur. Bu yönelim, zihnin
düşünülene, kendisine düşünme objesi olarak aldığı şeye bir yönelimdir. Zihin,
varolmayan bir şeye yönelebilir. Ancak, böyle bir yönelmenin ortaya çıkardığı
düşüncenin doğru olup olmadığının garantisi yoktur. Bir bakıma, varlık ile
düşünce arasında bir uygunluk olduğunu kabul eden bir anlayış, düşüncenin
doğrulanabildiği takdirde doğru hatta anlamlı olduğu biçimindeki bir pozitivist
varsayımdan hareket eder.
Düşünceye bir sınır çizme girişiminin önemli bir örneği de Kant’ tır. Kant,
Wittgenstein’ ın Tractatus’ta dil için çizdiğe sınıra benzer bir sınırı, Teorik
Aklın Eleştirisi adlı eserinde, bilgi kuramsal endişelerle, sentetik a priori
önermelerinin imkanını meşrulaştırırken, fenomen ile numen arasında çizer.
Parmanides’te yanlış ya da çelişkili düşünme, var olmayanın düşünülmesi
esnasında ortaya çıktığı halde, Kant’ta ise zihin numen (kendinde-şey)
konusunda düşünmeye başladığında ortaya çıkar. Kant’a göre numen vardır ancak numene
ilişkin olarak herhangi bir duyum söz konusu olmadığından orası bilinemez ve
bir x olarak kalır. Bu, numenin düşünülemeyeceği anlamına da gelmez. Ancak
numenin düşünülmesi, zihnin rasyonel teoloji, rasyonel kozmoloji ve rasyonel
psikoloji olarak adlandırılan antinomilere düşmesi anlamına gelir. Çünkü numene
ilişkin düşüncenin algısal bir içeriği yoktur. Oysa Kant’a göre bir önermenin,
sentetik a priori bir önerme olabilmesi için onun algısal bir içeriğe sahip
olması gerekir. Kant’ın ‘Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür’
sözüyle ifade etmek istediği şey, doğru düşünmenin sınırını da çizer. Zaman ve
mekân a priori formlarından geçip zihne gelen duyusal malzeme, zihnin a priori
yapısı yani zihindeki kategoriler tarafından işlenerek bilimsel bilgi, sentetik
a priori önerme haline dönüştürülür. Bu alan fenomen alanıdır. Numen hakkındaki
düşünme, diyalektik düşünme biçimidir ve böylesi bir düşünme de olumsuz olarak
nitelendirilir. Pozitivizm, bilgi-kuramsal temellerini büyük oranda Kant’ın bu
düşüncesine dayandırır. Nitekim Kant’ın düşünceye sınır çizme girişimine benzer
bir çaba, Wittgenstein tarafından dile sınır çizme olarak gerçekleştirilmiştir.
Düşünce ile varlık arasında uygunluk olduğu şeklinde bir varsayım, bir
takım problemleri de içinde barındırır. Nitekim sırf düşünceden hareketle bir
ontoloji kurma girişimi idealist teorilere zemin oluşturur ve bu durum zamanla
düşüncenin varlıktan bütünüyle uzaklaşmasına neden olur. Sadece düşünceye
bakarak ontoloji oluşturulamaz. Bu, öznenin merkeze alınması ve varlık
dünyasının öznenin etrafında oluşturulması anlamına gelir. Sözgelimi Alman
idealistleri, özellikle Fichte’nin; “Beni kaldırınız, her şeyi kaldırmış
olursunuz”, sözü hem varlığın, hem de bilginin teminatı olarak özneyi gören bir
düşünceyi içerir. Ayrıca Hegel’in; “Rasyonel olan gerçek, gerçek olan da
rasyoneldir” sözü, düşünce dünyası ile varlık dünyası arasında bir uygunluk
vardır, bu uygunluktan ötürü de, sırf rasyonel bir dünyanın inşasına mümkündür
şeklinde anlaşılabilir. Oysa böylesi görüşler tek taraflı görüşlerdir ve
metafizik kurgulara neden olmaktadırlar.
İdealist görüşlerin dışında, yine aynı uygunluğu kabul eden ama bu uygunluktan ötürü düşüncenin sınırını belirleyen anlayışlar da, her türlü metafizik yapma imkânını ortadan kaldırmaktadırlar. Özellikle var olandan, duyusal dünyanın nesnelerini kabul eden aşırı pozitivist ve materyalist düşünceler, insan düşüncesinin somut olarak var olana tutuklu hale gelmesine neden olduklarından dolayı, düşüncenin otantikliğini ve yaratıcılığını yok etmektedirler.
İdealist görüşlerin dışında, yine aynı uygunluğu kabul eden ama bu uygunluktan ötürü düşüncenin sınırını belirleyen anlayışlar da, her türlü metafizik yapma imkânını ortadan kaldırmaktadırlar. Özellikle var olandan, duyusal dünyanın nesnelerini kabul eden aşırı pozitivist ve materyalist düşünceler, insan düşüncesinin somut olarak var olana tutuklu hale gelmesine neden olduklarından dolayı, düşüncenin otantikliğini ve yaratıcılığını yok etmektedirler.
Düşünce ile varlık arasında uygunluk bulunduğu şeklindeki görüşe benzer bir
anlayış, dil ile varlık arasında da kurulmaya çalışılmıştır. Burada, özellikle
dil ile düşünce arasında uygunluk bulunduğu varsayımından faydalanılmıştır.
Buradaki akıl yürütme şudur: Düşünce ile varlık arasında bir uygunluk varsa ve
dil de düşünceyi yansıtıyorsa, dil ile varlık arasında bir uygunluğun olması
doğaldır. Bu hususta Platon ve Aristoteles’ in düşünceleri önemli birer
örnektir. Platon, Sofist adlı diyalogunda; doğru söz, var olanı olduğu gibi
söyleyen, yanlış söz de, var olandan başka bir şey söyleyen sözdür, diyerek
doğru söz ile yanlış söz arasında bir ayrım yapar. Her söz, muhakkak surette
bir şey hakkındadır. Bir şey hakkında olmayan söz olamaz. Çünkü Platon’a göre;
“herhangi bir şey üzerine söylenmeyen bir söz olamaz.” Platon, Parmanides’in
düşünce ile varlık arasında kurduğu ilişkiye benzer bir ilişkiyi söz ile varlık
arasında kurmakta, ama O, aynı zamanda söz ile düşüncenin de aynı olduğunu
ifade etmektedir. Platon; ruhun kendi kendisiyle yaptığı içten ve sessiz
konuşmaya düşünce, ruhtan ağız yoluyla ses olarak çıkan yayıma ise söz
dendiğini belirtmektedir. Doğru söz yanında, yanlış söz de olduğuna göre, doğru
söz, doğru düşünceye, yanlış söz de, yanlış düşünceye karşılık gelmektedir.
Acaba bu yanlış söz ve yanlış düşüncenin kaynağı nedir? Varolmayanın yani
yokluğun düşünülmesi ve dile getirilmesi midir? Platon, bunun nedenini düşünce,
kanaat ve hayalin birbiriyle karıştırılmasında bulur ve bu üç kavramı
birbirinden ayırır. Böylece de Platon tarafından kanaat ve hayal, sözün
akrabaları olarak nitelendirilir, kanaat ve hayalden, “ bazılarının, bazı kere
yanlış olması gerekir.”
Her söz, isim ve fiilden meydana gelir. Ne isimsiz, ne de fiilsiz söz
olamaz. Gerçek anlamda söz, bir şey hakkında bir niteliğin tasdiki veya
inkârıdır. Doğruluk ve yanlışlık nesnede değil, sözdedir. Nitekim taşın
bizatihi kendisi ne doğrudur, ne de yanlıştır. Doğru sözden kasıt, bu niteliğin
nesneye ilişkin olmasına bağlıdır. Eğer nitelik, hakkında konuşulan nesneyle
ilgiliyse söz doğru, değilse söz yanlış olur. Kanaat ve hayale ilişkin
sözlerde, niteliğin, hakkında konuşulan şeyle ilgisi olmayabilir. Bundan
dolayı, düşüncede olduğu gibi, sözde de yanlışın nedeni var olmayanı düşünmek
veya var olmayanı var diye söylemektir. Bütün bunlar şunu da ifade eder: Gerek
düşünce, gerekse söz, varlıktan daha geniş bir sınıra sahiptir. Ancak
düşüncenin ya da sözün, varolanın dışında kalan kısmı, yanlış düşünce veya
yanlış söz olma ihtimalini taşır. Bu anlayış, Wittgenstein tarafından olgusal
dünyanın ötesi için kurulan önermeler söz konusu olduğunda, yanlış olarak değil
de, anlamsız ve haklarında konuşulamaz diye nitelendirilecektir.
Düşünce ile dil arasında uygunluk bulunduğu, dilin düşüncenin elbisesi veya
formu olduğu anlayışı, Aristoteles tarafından savunulmuştur. Varlığın
yasalarıyla düşüncenin yasaları aynı olduğundan, düşünce varlığı yansıtır ve
dil de düşüncede yansıyan varlığı doğru bir biçimde dile getirir. Dile bakarak
düşünceyi, varlığa bakarak yine düşünceyi çıkarmaya imkân tanıyan bu anlayış,
dil-düşünce-varlık arasında bir uygunluk kurmuştur. Nitekim varlığa ait olan,
“anlatmak, söylemek, ifade etmek” anlamlarına gelen kategoriler, dildeki belli
kelime çeşitlerini de yansıtırlar ya da dildeki kelime çeşitleri varlığa ait
kategorileri dile getirirler. Sözgelimi dildeki yüklemler, kategorilerden
birisi olan varolandaki faaliyeti; sıfatlar, varolandaki nitelik ve nicelikleri
dile getirirler. On kategori olduğuna göre, bir varlıkla ilgili olarak on
yargıda bulunulur. Acaba, gerçekten dilin, tamamen varolana uygun olarak inşa
edildiği doğru mudur? Yine dilin unsurları, yapısı, işleyişi ve düzeni ile
varlığın yapısı, unsurları, işleyişi ve düzeni birbirine uygun mudur? Bunun
yanında, dilin varlıktan bağımsız, hatta yerine göre varlığı bize keşfettiren
değil de, varlığı inşa eden bir tarafı yok mudur?
Bütün diller için ortak olan bir doğal varlık düzeni vardır, ama her dil,
ortak olan bu doğal varlık düzenini aynı şekilde dile getirmemekte ve aynı
şekilde tasvir etmemektedir. Eğer dil, varlık düzeninin bir temsili olmuş
olsaydı, Wittgenstein’in terimleriyle söylemek gerekirse; dil, dünyanın bir
resminden ibaret olmuş olsaydı, dünya her yerde bir ve aynı olduğu için,
dünyanın bütün dillerdeki resminin aynı olmuş olması gerekirdi. Oysa
Aristotelesçi terminolojinin temsil ettiği dünya ile Galileocu terminolojinin
temsil ettiği dünya birbirinden farklıdır. Çünkü dil, doğal bir varlık değil,
tarihsel ve kültürel bir varlıktır. Rorty’in de ifade ettiği gibi dil,
olumsaldır ve hakikat keşfedilmekten ziyade yaratılır, çünkü “ yalnızca
tümcelerin doğru olabileceği ve insanların içerisinde tümceler kurabilecekleri
diller yaratmaları sayesinde hakikatler yarattıkları” gerçeği göz ardı
edilemez. Dildeki her terim ve her cümle muhakkak surette varlık alanına
ilişkin herhangi bir nesne ya da olgu durumuna işaret etseydi, yani kelimeler
şeylere bire bir göndermede bulunsaydı, bu Foucault’ya göre yorumun ölümü
olurdu.
Dil–düşünce ve varlık üçlüsü arasında uygunluk olduğu anlayışına yapılan bu
eleştiriden, dilin varlık dünyasından bütünüyle bağımsız, onunla hiçbir
ilişkisi olmadığı anlaşılmamalıdır. Dil, varlık dünyasıyla ilişkilidir ama onun
varlık dünyasını aşan tarafı vardır. Yapmış olduğumuz isim tamlamalarından bir
örnek, bu düşüncemizi açıklamamıza yardımcı olabilir; X’in kız kardeşi Y’nin
arkadaşı Z, biçimindeki bir tamlamada dil; X, Y ve Z adında üç varolandan
hareket etmektedir. Aslında nesnel olarak var olan üç kişi olduğu halde, zihin
bu üç kişi arasında ilişkiler kurarak, nesnel dünyayı düzenlemektedir. Zihin,
varlıklar arasında ilişki kurmaya başladığında düşünmeye de başlar. Ne var ki,
varlıkların kendilerinin zihinde bulunmaları mümkün değildir. Zihin, düşünme
faaliyeti için varlıkların yerine geçecek sembollere ihtiyaç duyar. Düşünme,
varlıkların yerine geçen semboller arasında ilişkiler kurularak
gerçekleştirilir. Zihnin varlık dünyasına ilave ettiği ve o dünyayı kendi
tarzında düzenlediği, işte bu ilişkilerdir. “ Kitap, masanın üzerindedir” dediğimizde,
varolan kitap ve masadır. İkisi arasında “üzerinde” ilişkisini kuran zihindir.
Böyle bir ilişki varolmasaydı, zihin yine bu tarzda bir hüküm verebilir miydi?
Buradaki sorun, zihnin böyle bir hüküm verip vermemesinden ziyade; zihnin niçin
kitabın masanın üzerinde olduğunu dile getirip de, masanın altında olduğunu
dile getirmemesidir. Çünkü masa ile kitap arasında, sadece kitabın masanın
üzerinde olduğu ilişkisi olmadığı, ikisi arasında daha farklı ilişkilerin de
bulunduğu gerçeği söz konusudur.
Zihnin düşünürken kullandığı semboller, kavramlardır. Kavramlar ise zihnin,
genellemeler ve soyutlamalar yapmak suretiyle ulaştığı tümellerdir. Ancak
tümeller gerçekten varolan şeyler midir yoksa bizim uydurduğumuz, biri birine
benzeyen nesnelere verdiğimiz ortak adlar mıdır? Onların gerçekten varolup
olmadıkları kanıtlanamaz. Zihnin bu kavramları nasıl elde ettiğine bakılırsa,
onların ortak adlar olduğu söylenebilir. Öyleyse onlar, gerçekten varolan
şeyler değildir. Ancak onların gerçekten var olan şeyler olmaması, anlamsız
oldukları anlamına gelmez. Bu demektir ki, zihin gerçekten varolmayan ama
anlamlı olan bir takım kavramlarla düşünmekte ve böylece düşünme konusu olan
varlık dünyasını anlamaya ve düzenlemeye çalışmaktadır. Bu durumda da,
kavramların, yani dil dünyasının varlık dünyasını bire bir temsil ettiğini
söylemek mümkün değildir. Çünkü kavram, birbirine benzeyen nesnelere verilen
ortak addır, söz konusu olan, birbirinin aynısı olan nesneler değildir. Ayrıca
ne tarihsel /kültürel dünyada, ne de doğal dünyada birbirinin aynısı olan iki
varolana rastlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, kavramların birbirine benzeyen
nesneleri aynı eşitlik içerisinde temsil etmeleri söz konusu olamaz.
Terimler, kavramların dildeki karşılıklarıdır. Kavramlar arası ilişkiler kurularak
gerçekleşen düşünce, terimler yoluyla ifade edilir. Zihin kavramların, dil de
terimlerin yeridir. Zihin dünyayı kavramlarla görür, kavramlarla anlamlı hale
getirir ve terimlerle de dile yansıtır. Bu açıdan dil, zihnin aynasıdır.
Düşünce dilde yansır, dilde dile gelir. Kısacası dil ile düşünce karşılıklı
olarak birbirlerini etkilerler, geliştirirler. Dilin gelişmesi düşüncenin,
düşüncenin gelişmesi de dilin gelişmesi demektir. Dili, düşünce yaratmış
olmasına rağmen, dil olmadan düşüncenin gelişmesi, açık ve anlaşılır olması
mümkün değildir.
Varlığa kavramlarla bakar, varlığı kavramlarla görürüz. Kavram, terim ile
aynı anlamda olduğu için, yani dilin unsuru olan terimin zihinsel karşılığı
olduğu için, bu, varlığı dil ile görmek demektir. Varlığın dil yoluyla dilde
görünmesi, onun dilde açığa çıkması, dilde dile gelmesi anlamına gelir.
Heidegger’in dediği gibi; “Dil, varlığın meskenidir”, yani varlık dilde
gizlenir. Onun üstünü örten perdeleri kaldırmak, ona nüfuz etmek ancak dil
aracılığıyla mümkün olur. Çünkü dil, “varolan şeyleri adlandırarak, onların
“niteliklerinin bilinmesini sağlayarak” kendisi ile diğer varlık alanları
arasındaki ilişkileri kurar.
Dil ile dünya arasında ilişki olduğu ve dünyanın dili sınırladığı anlayışı,
Wittgenstein tarafından savunulmuştur. Ona göre dil, dünyayı resmeder. Çünkü
dünya, tüm gerçekliktir. Bu, dilin, tüm gerçekliği resmettiği anlamına gelir.
Yani dil, tüm gerçekliğin bir taslağı olacaktır. Nasıl ki dünya olgulardan
meydana geliyorsa, dil de cümlelerden meydana gelir. Her cümlede ise bir
düşünce vardır. Bu durumda “düşünce anlamlı tümcedir” ve her cümle bir olguya
karşılık gelir. Çünkü “tümce gerçekliğin, biz onu nasıl düşünüyorsak, öyle bir
taslağıdır”. Demek ki düşünme, bir tür dildir. Cümlelerin anlamlı olup olmadığı,
resmettiği dünyada karşılığının bulunup bulunmadığına bakılarak anlaşılabilir.
Eğer cümle, bir olgusal durumu belirtiyorsa anlamlı, yoksa anlamsızdır. Olgusal
durumu belirten bir cümle, dünyanın doğru bir resmi, tersi ise dünyanın yanlış
bir resmi olacaktır. Dünyanın yanlış resmi anlamsız cümleler, dünyanın doğru
resmi de anlamlı cümlelerdir. Dil, dünyanın sınırını aştığında anlamsız
olmakta, olgusal bir duruma sahip olmayan alanlar söz konusu olduğunda susmak
gerekmektedir. Çünkü dilin sınırı dünyanın sınırıdır. Bundan dolayı din, ahlak,
estetik, metafizik alana ait cümlelerin hepsi anlamsızdır. Öyleyse o konularda
susmak gerekmektedir. Wittgenstein’ in bu düşüncelerine göre gerçekliğin yapısı
dilin yapısını belirler. Bu belirlemeye göre; gerçekliğin dışında ne düşünce,
ne de dil vardır. Çünkü düşüncenin ve dilin sınırı, aynı zamanda gerçekliğin de
sınırıdır. Wittgenstein, Tractatus’ ta ortaya koyduğu bu düşüncelerden, Felsefi
Soruşturmalar’ da vazgeçer ve ilk dönemindeki iddialarının tersine, “nesneleri
dil yoluyla gördüğümüz için gerçekliği görüş biçimimizi de dil belirler” der.
Dil ile varlık özdeşliğinin kabulü ve bütün diller için dilin dışında ortak olan nesnel bir dünya düzeninin varlığı, bütün dillerin yapısının ortak olması gerektiği düşüncesini beslemiştir. Oysa gerçekten bütün dillerin yapısal özellikleri ortak mıdır? İki dil arasında yapılacak olan kısacık bir karşılaştırma, dillerin yapısal özelliklerinin de birbirlerinden farklı olduğunu gösterir. Bunun nedeni, her dilin kendi içindeki dilsel dünya düzeninin diğer dillerin dilsel dünya düzeninden farklı ve dilsel dünya düzeninin her dilin kendisine mahsus oluşudur. Her dilin kendisine mahsus olan dilsel dünya düzeni; dili kullananların varlığı algılama, varlıklar arasındaki ilişkileri düzenleme biçimlerini belirler. Örnek vermek gerekirse; “Kitap masanın üstündedir” önermesi, Türkçe’de düzenlenen algının, öncelikle kitap ve masa olmak üzere nesnelere, daha sonra da ilişkilere yöneldiğini gösterir. Fransızca da ise bu sıralanış, kitap-dır- üstünde- masanın biçiminde gerçekleşir.
Dil ile varlık özdeşliğinin kabulü ve bütün diller için dilin dışında ortak olan nesnel bir dünya düzeninin varlığı, bütün dillerin yapısının ortak olması gerektiği düşüncesini beslemiştir. Oysa gerçekten bütün dillerin yapısal özellikleri ortak mıdır? İki dil arasında yapılacak olan kısacık bir karşılaştırma, dillerin yapısal özelliklerinin de birbirlerinden farklı olduğunu gösterir. Bunun nedeni, her dilin kendi içindeki dilsel dünya düzeninin diğer dillerin dilsel dünya düzeninden farklı ve dilsel dünya düzeninin her dilin kendisine mahsus oluşudur. Her dilin kendisine mahsus olan dilsel dünya düzeni; dili kullananların varlığı algılama, varlıklar arasındaki ilişkileri düzenleme biçimlerini belirler. Örnek vermek gerekirse; “Kitap masanın üstündedir” önermesi, Türkçe’de düzenlenen algının, öncelikle kitap ve masa olmak üzere nesnelere, daha sonra da ilişkilere yöneldiğini gösterir. Fransızca da ise bu sıralanış, kitap-dır- üstünde- masanın biçiminde gerçekleşir.
Dil ile varlık arasında bir özdeşlik olsa bile, her dilin kendine özgü bir
içyapısı ve düzeni olduğundan ötürü her dil, anlama, algılama, anlamlandırma ve
düzenleme açılarından diğer dillerden ayrılır. Çünkü dillerin kendi iç
düzenleri, bize bir düşünme ve varlığı görme biçimi sunar. Ayrıca her cümlenin
algısal bir içeriğinin olmaması ya da algıyla doğrulanabilir olmasının zorunlu
olmayışından ötürü, nesnel dünya düzeni, dilsel dünya düzeninde yansımaz.
Algısal içeriği olmayan cümleler dahi dünyayı metaforik, ironik v.b. tarzlarda,
ama anlamlı bir şekilde gören cümlelerdir. Sözgelimi “deve tellal iken pire
berber iken” cümlesinin algısal bir içeriği olmadığı halde, bu cümle anlamlıdır
ve bize dünyaya ilişkin çok şeyler sunmaktadır. Bu türlü sözlerin anlamı,
sözleri kullanan öznelere ve öznelerin uylaşımına bağlıdır. Bu uylaşımı
sağlayan şey kültürdür. Kültür de, tarihsel süreç içerisinde vücut bulur. Belli
bir dili konuşan bireyler, tıpkı kullandıkları dil gibi, kendileri de
tarihselliğin bir ürünü oldukları için, ancak kendi ana dillerinde dünyayı
anlama, anlamlandırma ve düzenleme faaliyetini gerçekleştirebilirler. Çünkü her
birey, kendi anadilinin sunmuş olduğu düşünme biçimine göre düşünmeye ve
varlığı görmeye alışmıştır. Düşünme biçimine alışık olmadığımız bir dil ile
varlığı görmek ve dile getirmek mümkün değildir. Bundan dolayı birey, bilim ve
felsefeyi ancak kendi anadiliyle yapabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder