Kitaplarda Okuduklarımızı Unutuyorsak Hâlâ Neden Okumalıyız?
Cemal Tunçdemir
Ama denemeler, araştırma kitapları, bilimsel kitaplar,
biyografiler, tarih kitapları ve benzeri kurgu-dışı kitapları okumak çoğu zaman
‘zahmet’, ‘emek’, ‘okuma iradesi’ isteyen bir iş.
Kitap okumak elbette en önemli bilgilenme araçlarından biridir
ama kitap okumanın en öncelikli amacı da malumatfuruşluk yapmak için ‘bilgi
istiflemek’ değildir. Öyle olsaydı, İngilizce gibi engin bir okuma evreninde
yaşıyorsanız sadece Wikipedia okumak veya maalesef günümüz Türkçesi gibi bilgi
üretimi açısından son derece kısırlaşmış bir evrende yaşıyorsanız Twitter’da
Tweet zincirleri okumak yeterdi. (Bu arada, çok kapsamlı konuları bile ortalama
10 cümlede anlatan bu Twitter serilerinin ‘bilgi seli’ olarak adlandırılması
bile Türkçe bilgi evreninin günümüzdeki kuraklığı hakkında bir alarm belki
de).
Sığ ve basit okumalardan farklı olarak, kitap okumak, bir kişi,
bir konu, bir olay veya bir öyküye zamansal, mekânsal, fikirsel ve ruhsal
olarak derin ve farklı bakış olanağı sunar. Her konunun, kişinin, yerin,
öykünün, olayın nüansları olduğu gerçeğine farkındalık yaratır. Bu da en başta
bizi, esasında bir ergen hastalığı olan, üstünkörü yaklaşımlarla, ezbere
şablonlarla, yaftalarla kestirip atan, ‘her şeyi bilen’, sinik, uzlaşılmaz ve
köşeli bir karakter olmaktan çıkarıp her şeyi anlama çabası gösteren olgun bir
insan olmaya evriltir…
İnsanda başkalarına şefkat ve empati, bir başka insanla aynı
ortamda olmanın otomatik olarak tetiklediği bir refleks değil. Bir toplumun en
sığ bireyleri, arkadaşlarına, akrabalarına ve çocuklara empatik
yaklaşabilirken, uzak komşularına, deri rengi-kıyafeti-sosyal tercihleri
kendisine benzemeyenlere, yabancılara ve diğer kimliklerden olanlara empati
kurmaya yanaşmaz. Bu aslında, tarihin büyük bölümünde, kaba ve sığ olmayan
bireyler için de yaygın ve genel yaklaşımdı. Ancak son 200 yılda radikal
şekilde olumlu yönde değişmeye başladı.
Son 200 yılda ne oldu da insan türünün empati dairesi
genişlemeye başladı?
Biyoetik profesörü ve ahlak filozofu Peter Singer’ın
‘Genişleyen Daire’ kitabında bu soruya bulduğu en önemli yanıt, 'edebiyatın
kitleselleşmesi'dir.
Gazeteci Janan Ganesh de, Financial Times
gazetesinde, Martin Amis’in 1989 tarihli romanı London Fields’in,
2018 tarihli aynı adlı film uyarlamasının, kitabın etkileyiciliğinden ve
görkeminden neden çok uzak olduğunu sorguladığı yazısında, buna dikkat çekiyor.
Bu aslında film uyarlaması yapılan bir çok büyük romanın maruz kaldığı genel
bir sorun. Ganesh, romanın yazarı Martin Amis’in The Guardian gazetesine bir
röportajında sarf ettiği ‘’film gözle görüleni roman ise insanın iç dünyasını
yansıtır’’ sözünü aktararak devam ediyor; ‘’Kitap bize karakterlerin ne
düşündüğünü, ne hissettiğini yansıtır; film ise ne yaptıklarını…’’. Hiçbir
film, karakterlerin iç dünyasını 200 bin kelimelik bir roman kadar
yansıtamaz.
18’nci yüzyılda doğan ‘roman’, önceki çağlarda azizlerin,
kralların, asillerin yaşam ve kahramanlıklarıyla sınırlı öykücülüğü, sıradaki
insanın öykülerine doğru geri dönülmez şekilde genişletti. Bu da dar yaşam
çevremizin dışında kalan sıradan insanlara da empatiyi büyüttü. Örneğin, kadın
erkek eşitliği fikrinin yaygınlaşmasında ve buna erkek desteğinde tarihi eşiğin
aşılmasında, kadın kahramanların tahammül edilemez görücü evlilikleri, hane içi
şiddeti veya olağanüstü tutkulu gizli aşklarını anlatan romanların rolüne
dikkat çekiliyor. 18’nci yüzyılın en önemli romanı kabul edilen Rousseau’nun
Julie romanı, okuyan herkeste büyük bir duygusal çalkalanmaya neden olacaktı.
Bir çok erkek okur, Rousseau’ya gönderdikleri mektuplarda, kadın kahramanın
öyküsünün onları nasıl gözyaşlarına boğduğunu itiraf edeceklerdi.
İnsan uygarlığının güncel krizlerine rağmen tarihsel olarak
sürekli iyi yönde geliştiğini savunan ilericilik akımının sözcülerinden bir
olan Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü Steven Pinker da, ‘İnsan
Doğasının İyi Melekeleri’ kitabında iddiayı Singer’ın bıraktığı yerden alarak daha
da açıyor. Ona göre okumak bir ‘açı edinme teknolojisidir’. Bir başkasının
düşünceleri beynimizin içine girdiğinde, dünyaya o insanın perspektifinden de
bakabilme olanağı kazanıyoruz. Film izlerken olduğu gibi karaktere dışarıdan
bir gözlemle bulunmakla yetinmiyor, onun zihin dünyasının içine girerek, kitap
bitene kadar, o oluyoruz. Farklı insanların açılarından bakmayı deneyimledikçe
de her şeye sadece kendi tek dar açısından bakan bir insan olmaktan çıkıyoruz.
Başka kişilerin de bizimkiyle aynı olmasa da tıpkı bizim gibi ‘birinci tekil’
ve ‘şimdiki zaman’ sahibi bir bilinç evrenine ve zihinsel varlığa sahip
olduğunun farkındalığına eriyoruz.
Varoluşunu, ötekine düşmanlık üzerine kurmuş kitle
hareketlerinin, mutaassıp örgütlerin, üyelerini, kitaplardan, en azından
ideolojik çizgide olmayan kitaplardan ve hele hele romanlardan sıkı sıkıya
koruma çabasının, okurluğu sürekli aşağılamasının nedeni budur. Ancak ‘dar
görüşlü’ biri, ona sunulan ‘herkes bize düşman; biz herkesten özeliz’
bağnazlığını kabullenir.
İyi bir roman, ilk sayfasından itibaren bizi, ‘kendi
realitemizden’ çıkararak olasılıklar dünyasında yolculuğa çıkarır. Son sayfada
artık aynı kişi olmayız. Bu yüzden de, bir romanın olay özetini okuyarak,
kitabı okuduğunu sanmak büyük cehalettir.
Kitap okumak içsel bir yolculuk olduğu için, iki ayrı okurun
aynı kitapta çıkacağı yolculuk da aynı olmayacaktır. Ve yine, kitabı okurken
zihinsel ve ruhsal olarak bulunduğumuz düzey, o kitaptan o anki yararlanma
ölçümüzü belirler. Tıpkı, kitabı okuduğumuz mekanlardan, okurkenki ruh halimize
kadar yığınla etkinin o kitabın bizi değiştirme kapasitesini belirlemesi
gibi...
Bir kitabı ikinci kez okuduğumuzda ilkinden farklı, yepyeni bir
ruhsal ve zihinsel deneyim yaşamamızın nedeni de budur. Hatta bir çok düşünür
ve edebiyatçı, bu nedenle klasiklerin ve iyi kitapların birden fazla kez
okunması gerektiğini savunur. Nabokov gibi bu konuya fazlasıyla önem verenlere
göre ise ‘okur diye bir şey yoktur’. Nabokov, üniversitelerde verdiği derslerin
notlarından oluşan ‘Edebiyat Dersleri’nde, ‘kitap okuru’ tabirini çok nadiren
ve çok gevşek bir anlamda kullandığına vurgu yapar ekler; ‘’Kimse bir kitabı
okuyamaz. Ancak sadece yeniden okuyabilir. Gerçek kitap okuru o kitabı yeniden
okuyandır’’.
İyi bir kitap bizi, ‘okurken’ yaşadığımız zihinsel ve ruhsal
deneyim ile şekillendirmeye başlar. Okuduktan yıllar sonra ondan
hatırlayacaklarımızla değil. Dot.com rüzgarında büyük ticari başarı yakalayan
iş insanı ve yazar Seth Godin, 2007’de yayınlanan ‘The Dip’ kitabında, ‘’20 yıl
önce okuduğum bir kitap hayatımı değiştirdi. Büyük Düşünmenin Büyüsü diye bir
kitaptı. Bugün, kitabın içinden hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırladığım tek
şey, ‘başarı’nın ne olduğuyla ilgili bakışımı değiştirdiği…’’ diye
yazıyor.
Peki 'bilim' ne diyor bu sorunumuza?
Aslında bilim de edebiyatçılarla ve filozoflarla hemfikir.
‘Okumak’, insanlar için, görmek veya dinlemek gibi doğal bir eylem değil.
Görmek ve dinlemekten farklı olarak okumayı ancak ‘öğrenebilirsek’ yapabiliriz.
Okumanın, beynimizin, görme veya dinleme ile aktive olan bölgelerinden farklı
bölgelerini aktive etmesinin nedenlerinden biridir bu.
İnsan beyni, biyolojik olarak ‘olmuş bitmiş’ sabit bir organ
değil. Yetişkinliğe ulaşınca, beynimizdeki 100 milyar nöron, artık olmaları
gereken bağlantı düzeyine ulaşıp aynı düzende çalışmaya başlamış hale gelmiş
olmuyor. Aksine sinir hücrelerimiz her an eski elektrik bağlantılarını kesip
yeni bağlantılar kurmaya devam eder. Nöron ilmeklerinden oluşan zihni kilimimiz
sürekli yeni desenler kazanır. Derinlikli bir okumanın dokuyacağı kilim ile,
hiçbir düşünme zahmeti içermeyen sığlığın dokuyacağı kilimin kalitesi de aynı
olmaz.
James Collins, büyük bir ilgi ile okuduğu ‘Adaleti
Yanıltmak’ kitabından hiç bir şey hatırlamamasını bir türlü hazmedemeyip, okuma
– beyin ilişkileri konusundaki uzman nörolog Maryanne Wolf’un kapısını
çalmaktan kendini alamadığını yazıyor yazısında.
Proust ve Mürekkep Balığı adlı kitabıyla dünyaca ünlü bir yazar
da olan Wolf, rahatlatır Colllins’i…
‘’Ben, senin, o kitabı okuduktan sonra, okumadan öncekinden
farklı bir insan olduğuna inanıyorum’’ der Wolf. İnsan beyninin, kişinin
farkında bile olamayacağı muazzamlıkta bir depolama kapasitesi olduğuna dikkat
çeker. Hafızamız bu depolardan spesifik bilgileri bulup getirmese de
okuduklarımızın hepsi oradadır ve birbirleriyle kurdukları ağlarla bir şekilde
bizim düşünme kapasitemiz üzerinde fonksiyon icra etmeye devam ederler.
Collins, ‘’Yani, okuduklarımın hiçbiri israf olmadı. Zamanımı
boşa harcamadım. Bunu mu diyorsun?’’ diye sorar.
‘’Hepsi hala orada’’ der Wolf, ‘’Sen, bütün o okuduklarının
özetisin’’.
Cemal
Tunçdemir
Çok güzel bir yazıydı. Teşekkürler.
YanıtlaSil