İslâmiyet’ten Önce Türk Kültürü ve Bilimi


Büyük Hun Devleti'nin (MŐ 3. yüzyıl-MS 3. yüzyıl) tarih sahnesine çıkmasından itibaren Baykal Gölü'ne dökülen Selenga ile kolu olan Orhun kıyılarından Aral Gölü'ne kadar yayılmış ve değişik adlarla anılan bir Türk kavmi ortaya çıkmıştı. Bu Türk kavmine Töles, Dokuz Oğuz gibi çeşitli adlar verilmiştir. İlk zamanları bu bölgede, Asya-Avrupa bozkırlarında geçen Türklerin kültürüne bu dönemde bozkır koşulları hâkimdi. Türklerin bozkır kültürüne at ve demir damgasını vurmuştu. Bölgede bol miktarda bulunan demir sayesinde Türkler zamanın en ileri savaş teknolojisini yaratmışlar, böylece savaşlar kazanarak büyük devletler kurabilmişlerdir. At'ı evcilleştirmişler ve bilindiği kadarıyla at'a binen ilk kavim olmuşlardır. Bozkır kültürü göçebe kültüründen de yerleşik kültürden de farklıydı. Bu coğrafi koşulların belirlediği bozkır kültürü Türklerin ufkunu genişleterek bir devlet ve hukuk düzeni
kurmalarını sağlamıştı. Çağdaşları olan Helen ve Romalıların aksine, Türkler çekirdek aile düzeninde yaşamışlar ve tek kadınla evlenmişlerdi. Kadın, erkek eşit haklara sahipti. Özel mülkiyete ve bireysel hukuka sahiptiler. Ülke, hükümdar ailesinin mülkü değil, bütün milletin ortak toprağıydı.

 

Türklerin bu en eski dönemlerindeki evren tasavvurları şöyleydi: Silindir şeklinde ve künbedli çadırları (otağ veya kerekü) evreni temsil ediyordu. Kapısı doğu yönünde olan bu çadırın gövdesi yeryüzünü, kubbesi ise gökyüzünü temsil ediyordu. Gök kubbe, kutuplarından geçen altın veya demir bir kazık etrafında dönmekteydi. Burçları taşıdığı zannedilen büyük bir çark şeklindeki Ekliptik, gök kubbenin dönüşüne dik olarak başka bir dönüş hareketi yapıyordu.

Canlıların da benzer şekilde hayat ile ölüm arasında döndüklerine inanılıyordu. Yeryüzündeyken parlak gök kubbe altında yaşayıp, ölünce yeraltı karanlıklarına dalıyorlardı. Gök ile yer arasında eksen gibi görülen dağlarda göksel varlıkların Alplerin (kahramanların) ruhları ile buluştuğu düşünülüyordu. Böylece, en eski Türklerde İlkçağ'a özgü mitolojiyle karışık bir astronomi ve onun yeryüzündeki düzene yansıtılması yaklaşımıyla karşılaşmaktayız.

Göktürkler


Tarihte ilk "Türk" adını taşıyan devlet olma özelliğine sahip olan Göktürk Devleti (550-745),
kuzeyde Moğolistan'dan güneyde Sind Irmağına kadar; doğuda Çin sınırından batıda Karadeniz'e, Kafkasya'ya ve Hazar Denizi'ne kadar uzanıyordu. Cürcân şehriyle Sasaniler'e komşuydu. Merkezleri Ötüken dağları civarıydı.

 

Bu devirde, Türk adı, devlet kurucusu olan atanın unvanı ve onun boyunun ismi olmaktan çıkıp, aynı dili konuşan çeşitli boyları bir araya getirerek büyük bir millet ismi olarak kullanılmıştır. Bu devletin kurucusu Bumin Kağan, Türk kaynaklarının adim andığı ilk Türk şahsiyetidir. Dağınık Türk kavimleri bir devlet altında toplanınca Türkler bölgenin tarihinde askeri ve siyasi roller oynamaya başladılar. Çin ipek yolunun Göktürklerin eline geçmesiyle Türk hâkimiyeti Batı Türkistan'da Soğd iline kadar yayılmış ve burası tamamen ve büyük bir hızla Türkleşmişti.

Göktürk Devleti ilk Türk alfabesini ve edebi dilini yaratmıştır. Bilinen ilk Türk yazılı kitabeleri Göktürkler zamanından kalma Orhun Yazıtları'dır. Kültigin ve Bilge Kağan kardeşler adına adanan yazıtları onların kız kardeşlerinin oğlu olan Yuluğtigin kaleme almıştır. Bilge Kağan (ölümü 734), İkinci Doğu Göktürk Devleti'nin kurucusu olan Kutluğ İlteriş Kağan'ın büyük oğlu ve bu devletin sonuncu büyük hükümdarıydı. Kardeşi Kültigin Kağan'ın (ölümü 731) kahramanlığı sayesinde tahta çıkan Bilge Kağan, kardeşini hayattayken en yüksek makamlara çıkarmış, ölünce de kardeşinin adına anıt diktirmiş ve yazıt kazdırmıştı. Böylelikle bu Türk kahramanının adını unutulmaktan kurtarmış, aynı zamanda da Türk dili, edebiyatı ve tarihi için çok değerli bir belge bırakmıştı. Bu yazıtlarda Göktürk Devleti'nin kuruluşu anlatılmıştır, bu bakımdan Yuluğtigin ilk Türk tarihçisi olarak kabul edilir. Kitabeler akıcı bir dille ve güzel bir üslupla yazılmış, yarı nesir olup, Türk edebi dilinin ilk örneklerindendir. Bu bakımdan Yuluğtigin ilk Türk yazarı olarak da anılır.

Göktürkler "On İki Hayvanlı Türk Takvimi" adıyla anılan ilk Türk takvimini kullanmışlardır. Takvimin başlangıcı MÖ 2367 yılına kadar götütürülür. Güneş takvimi olan bu takvimde, her yıla sıçan, öküz, kaplan, tavşan, balık, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuz olmak üzere bir ayvanın adı verilen on iki yıllık devreler vardı. Bu hayvanlar ait oldukları yılların özelliklerini belirliyorlardı. Örneğin, Maymun yılında eğlence ve hilenin artması beklenirdi. Diğerlerinin özellikleri de şöyleydi: Sıçan (hareket, sezgi), öküz (sakinlik, akıl, bilinç), kaplan (atılganlık, kavga), tavşan (merhamet, korkaklık), balık (talih, zenginlik), yılan (saygı, hürmet, korku), at (acele, telaş, sürat), koyun (sevgi, dürüstlük, çokluk), maymun (eğlence, kurnazlık), tavuk (isyan, cimrilik), köpek (sadakat, hissiyat), domuz (karmaşa ve sükûnet).

 Bir gün "çağ" denilen on iki eşit kısma ayrılıyordu. Bu çağlara da yine on iki hayvanın adı veriliyordu. Gün gece yarısından itibaren, yıl ise ilkbaharın başında başlatılıyordu. Bir yılda dört mevsim ve altmış günlük altı hafta vardı. Menşei karanlık olan bu takvim yakın zamanlara kadar Orta Asya'da ve İran'da kullanılmış olup, günümüzde geleneksel olarak Çin'de kullanılmaya devam etmektedir.


Uygurlar


Göktürk Devleti'nin yerini Uygur Devleti (745-840) aldı. Uygurlar, Doğu Türkistan ile Çin sınırına bugünkü Kansu'da yerleşik uygarlık merkezleri olan beylikler kurdular. Kansu'daki Uygur Devleti 11. yüzyılın ilk yarısında sona ermiş olmakla birlikte, kültürü daha uzun yüzyıllar yaşamıştır. Doğu Türkistan'daki devlet ise Burkan ve Mani dinlerine bağlı büyük bir uygarlık meydana getirerek 10. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Türk sanatı ve edebiyatının başlıca aşamalarından birini yansıtan Uygur eserleri, heykelleri, duvar resimleri, yazmaları bugün dünya kütüphanelerine ve müzelerine dağılmış durumdadır.

Üç yüzyıl kadar bir süre Göktürklere bağlı kalmış olan Uygurlar onlardan bir devletin nasıl kurulup idare edileceğini ve ticareti öğrenmişler, zengin bir kültür ortaya koymuşlardır. Çin kaynaklarına göre Uygurlar daha 4. yüzyılda yüksek bir kültüre ulaşmışlardı. Örneğin, yüksek tekerlekli arabaları vardı ve göçlerde ve savaşlarda bu arabalarına çok güveniyorlardı. Onlara geniş hareket olanağı sağlayan bu arabaları sayesinde Uygurlar büyük kültürlerle ilişki kurabilmişler ve birçok yeniliği öğrenmişlerdi. Uygurların tipik giysileri en iyi süvari kıyafeti olan ceket-pantolondu. Bu kıyafet onlardan dünyaya yayılmıştır.

981-984 yılları arasında Turfan, Hoço ve Beş Balık'a giden bir Çin elçisinin verdiği bilgilere göre, bütün Uygur mabetlerinin (Uygurlar 7.-9. yüzyıllarda Mani dinini, sonra da Budizm'i kabul etmişlerdi ) bir kitaplığı olduğunu, Uygurların demir ve çeliği iyi işleyip bunlardan silah yaptıklarını ve bölgenin silah ticaretini ellerinde tuttuklarını, maden kömürü kullandıklarını, ovadan geçen bir nehrin yatağını değiştirebildiklerini öğrenmekteyiz.

 

Rus bilgini Oldenburg, Kaşkar ve Turfan bölgelerindeki araştırmalarından sonra, Uygurların, hareketli harflerle baskı teknolojisini dokuzuncu yüzyılda Çinlilerden önce keşfetmiş olduğu sonucuna varmıştır. Bu matbaa, Çinlilerin sekizinci yüzyıldan itibaren kullandıkları "blok" tarzında değil, çağdaş matbaanın temeli olan hareketli harf sisteminin uygulandığı baskı tekniğine sahipti. Çinlilere bu önceliklerinin nedeni, Uygurların az (18) harfli alfabeye ve matbaaya uygun kağıda sahip olmalarıydı. Az sayıda harfe sahip olan Uygur alfabesine baskı tekniğinin uygulanması Çin harflerine göre çok kolaydı. A. Grünwedel, A. Von Le Coq ve Aurel Stein'in Orta Asya'da yaptıkları arkeolojik kazılarda minyatürlü ve özel biçimde ciltlenmiş Uygur yazmalarıyla dolu kütüphaneler ortaya çıkarılmıştır. Uygurlar, "kağat" adını verdikleri kâğıt keçesini de Çinlilerden önce imal etmişlerdi. Böylece, ürettikleri kâğıt ile resimli ve ciltli kitaplarıyla Uygurlar gelişmiş bir kitapçılık sanatına sahip olduklarını kanıtlamışlardır. Yukarıda adı geçen araştırmacılar yirminci yüzyılın başlarında Turfan'da sert ağaçtan yapılmış Uygur dilinde yüzlerce harf bulmuştur. Bu harfler, dünyada bulunmuş matbaa tipi harflerin en eski örnekleridir. Fransız bilgini J.R. Risler'e göre, Moğollar 1241'de Alman topraklarını istila ettiklerinde yanlarında getirdikleri basılı kitaplarıyla bu baskı teknolojisini yerli halka tanıtmışlardır. Böylece, iki yüz yıl sonra matbaayı bulan Gutenberg'in keşfinin organik olarak Uygur matbaacılığıyla bağlantılı olduğu düşünülebilir.

İlk defa Uygurlar tarafından bulunmuş olan matbaa, Türklerin uygarlık tarihine çok önemli bir
katkısıdır. Matbaanın Doğu'ya ve Batı'ya gelişinde de Uygurların ve diğer Türk toplulukların rolü olduğu bilinmektedir. Kültür ve uygarlık seviyeleri bakımından Uygurların çağdaşlarından ileride oldukları ve matbaanın keşfi için gerekli kültür şartlarına ve ortamına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Halkın yazı yazmayı bildiği ve özellikle kullanılan hukuk deyimlerinden haberdar oldukları, bu bakımdan da çağdaşlarından üstün olduklarını, tarihçiler dile getirmektedirler.
Orta Asya'da yapılan kazılar sonucunda bulunan Uygur yazmaları arasında tıpla ilgili olanlar da vardı. Bu tıp metinlerinde Uygurların komşu Hint ve Çin tıbbının etkisinde kalmış oldukları görülmektedir. Bu metinlerde çeşitli hastalıkların tedavisi ve ilaç terkipleri verilmiştir. Bu hastalıklar arasında göz hastalıkları, kulak ve burun hastalıkları, ağız hastalıkları, diş hastalıkları, solunum bozuklukları, vücut ağrıları, baş ağrısı, deri hastalıkları, kadın hastalıkları bulunmaktadır. Toplam yirmi dokuz hastalık için seksen sekiz çeşit ilaç vermişlerdir. Bazı hastalıkların tedavisinde de akupunkturun farklı bir uygulama biçimi olan dağlamayı kullanmışlardır.

O dönemde adı tespit edilen bir Türk hekimi Nato, 730 yılında Çin'e gitmiş, yanında Çinlilerin bilmediği ilaçları götürmüş ve bilgisiyle Çinlileri kendine hayran bırakmıştı. 

Melek Dosay Gökdoğan'ın Bilim Tarihinde Türkler   kitabından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder