Kavramlar Nasıl Oluşur? Yenidoğanın Beyni Tabula Rasa Değil mi?

 

On yedinci yüzyılın sonlarında, İrlandalı felsefeci William Molyneux arkadaşı John Locke'a aşağıdaki düşünce deneyini önerdi:

 Doğuştan kör bir adam düşün. Bir küp ile bir küreyi dokunarak ayırt etmeyi öğrenmiş olsun [...] Şimdi, küp ve kürenin bir masa üzerine koyulduğunu ve kör adamın gözlerinin açılmış olduğunu düşün. Soru şu: Adam nesnelere dokunmadan, sadece bakarak hangisinin küre hangisinin küp olduğuņu söyleyebilir mi?

 Söyleyebilir mi? Bu soruyu sorduğum yıllarda, insanların çok büyük kısmının cevabın “hayır" olduğuna inandıklarını gördüm. İlk kez yaşanan görsel deneyimin dokunma yolu ile edinilmiş önceki bilgiyle bağlantılandırılması gerekir. Yani kişinin parmak uçlarıyla algıladığı engebesiz kavisli yüzeyin küre imgesine karşılık geldiğini keşfedebilmesi için, küreyi aynı anda hem dokunarak algılaması hem de görmesi gerekir.

 Az sayıdaki diğerlerine göre ise, önceki dokunma deneyimi görsel bir kalıp yaratır. Dolayısıyla, kör adam görmeye başladığı an küre ile küpü birbirinden ayırabilir.

 Çoğu insan gibi John Locke da kör bir adamın görmeyi öğrenmesi gerektiği düşüncesindeydi. Adam ancak bir nesneyi aynı anda hem görüp hem ona dokunarak bu duyumların birbiriyle ilişkisini keşfedebilir. Bu iki farklı duyu biçimi arasında feviri yapması gerekir. Soyut düşünme dokunsal sözcükleri görselleştirilmiş sözcüklere çevirmekte kullanılan bir tür sözlüktür.

 Locke ve empirist takipçilerine göre, yeni doğan bebeğin beyni, üzerine yazılmayı bekleyen boş bir sayfa, bir tabula rasadır. Deneyim yoluyla beyin şekillenir ve dönüşür. Kavramlar ancak bir isim kazandıklarında doğarlar. Bilişsel gelişim yüzeyde duyu deneyimi ile başlar. Ardından, dilin gelişmesiyle beraber insan düşüncesinin mesela sevgi, din, ahlak, dostluk ve demokrasi gibi daha derin ve daha sofistike yanlarını açıklayan nüanslar kazanır.

 Empirizm doğal sezgiye dayandığı için, bu kadar başarı kazanmış olması şaşırtıcı değildir: Zihin felsefesi alanındaki egemenliği on yedinci yüzyıldan başlayıp Isviçreli büyük psikolog Jean Piaget'nin zamanına dek sürmüştür. Fakat gerçek her zaman sezgiye uygun olmaz: Yenidoğanın beyni tabula rasa değildir. Tam tersine, dünyaya kavramlaştırma makineleri olarak geliriz.

 Tipik tartışma toplantılarındaki akıl yürütme, psikolog Andrew Meltzoff'un basit deneyindeki gerçekliğe fena toslar. Empirik sezgiyi çürütmek amacıyla Meltzoff bu deneyinde Molyneux probleminin bir versiyonunu sınadı. Bir küre ve bir

küp yerine, iki emzik kullandı. Emziklerden biri pürüzsüz ve yuvarlak, diğeri yumruluydu. Yöntem basitti. Tamamen karanlık bir ortamda, bir bebeğin ağzına emziklerden biri verildi. Daha sonra emzikler bir masaya koyuldu ve ışık açıldı. Bebekler emdikleri emziklere daha fazla baktılar, bu da o emziği tanıdıklarını gösteriyordu.

 Bu çok basit deney üç yüzyıldan uzun zamandır süregelmiş efsaneyi yerle bir eder. Bir nesneyi sadece dokunma duyusu ile deneyimleyen bir yenidoğanın -ağız ile temas yoluyla, çünkü o yaşta dokunma ile keşfetme elle değil, öncelikle ağızla olur-nesnenin nasıl göründüğüne dair kafasında zaten bir temsil olduğunu gösterir. Bu durum genellikle ebeveynlerin algıladığının

tersidir: Yeni doğan bebeklerin bakışları çoğu zaman uzaklara dalmış ve gerçeklikten kopukmuş gibi görünür. Bebeklerdeki iletişim yetersizliğine bakarak zannettiğimizin aksine, çocukların zihin yaşamı zengin ve sofistikedir.

 Meltzoff un deneyi, sezgilerimize aykırı bir biçimde, Molyneux’nun sorusuna olumlu yanıt verir: Yeni doğan bebekler önceden sadece dokunma ile algılamış oldukları iki nesneyi görerek tanıyabilirler. Aynı şey görmeye başlayan kör bir yetişkin için de geçerli midir? Bu soruyu yanıtlamak ancak yakın zamanlarda, doğuştan körlüğe neden olan kalın kataraktların giderilebildiği ameliyatlar sayesinde mümkün oldu.

 Molyneux'nun düşünce deneyini somuta döken ilk kişi İtalyan göz hekimi Alberto Valvo idi. John Locke’un tahmini doğruydu. Doğuştan kör biri için, görme yetisini kazanmak uzun zamandır hayalini kurduğu şeye benzemiyordu. Bir hasta, görmesini sağlayan ameliyattan sonra şöyle demişti:

 Yeni bir hayata başladığımı hissediyordum, ama görsel dünyayı anlamanın ne kadar güç olduğunu fark edip moralimin bozulduğu, umutsuzluğa kapıldığım anlar oluyordu. [..] Etrafımda ışıktan ve gölgelerden oluşan kümeler görüyorum

[...] anlamını bilmediğim hareketli ve değişken duyumlardan oluşan bir mozaik gibi. [..] Geceleri karanlık hoşuma gidiyor. Gören biri olarak yeniden doğmak için kör biri olarak ölmek zorundayım.

  Bu hasta birdenbire görme yetisi kazanınca büyük zorluk yaşadı, çünkü gözlerinin ameliyatla “açılmasına" rağmen, görmeyi öğrenme aşamasından geçmesi gerekiyordu. Önceden işitme ve dokunma duyularıyla inşa ettiği kavramsal dünyayı bu yeni görme deneyimi ile birleştirmek büyük ve yorucu bir çabaydı.

 Meltzoff insan beyninin duyu çeşitleri arasında kendiliğinden tekabüller kurabildiğini kanıtladı. Valvo da bu yeteneğin kör bir hayat boyunca kullanılmayınca dumura uğradığını gösterdi.

 Tersine, farklı duyu çeşitlerini deneyimlediğimizde ise, aralarındaki bazı tekabüller zaman içinde kendiliğinden pekişmektedir. Bu görüşü kanıtlamak için, dostum ve meslektaşım Edward Hubbard, Vaidyanathan Ramachandran ile beraber aşağıda gördüğünüz iki şekli yarattı. Birinin adı Kiki, diğerinin ki Bouba. Soru şu: Hangisi hangisidir?

  


Hemen hemen herkes bu soruyu Soldaki Bouba, sağdaki Kiki şeklinde yanıtlıyor. Yanıt açık görünüyor, sanki başka türlüsü doğru olamazmış gibi. Ama bu tekabülde bir gariplik var. Biri hakkında Carlos'muş gibi görünüyor demeye benziyor. Açıklaması şöyle:

O ve u gibi seslileri telaffuz ettiğimizde, dudaklarımızı iyice yuvarlıyoruz, bu da Bouba'daki yuvarlaklığa tekabül ediyor. K veya  i sesi çıkarırken ise, dilin gerisi yukarı kalkarak köşeli bir biçim alıp damağa değiyor. Dolayısıyla, sivri şekil doğal olarak Kiki adına tekabül ediyor.

ZİHNİN GİZLİ YAŞAMI Zihnimiz Nasıl Düşünür, Hisseder ve Karar Verir Marino Sigman Kitabından alınmıştır.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder